5 Aralık 2011 Pazartesi

ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ








Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü­rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu! Bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a,  daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele­r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu birliktelik,  diğerlerine düşmanlığı beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır. Konuyla ilgili  Ruhi Fığlalı,
"Tarihi olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2] ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup üretilmeye başlanmış,  uzun bir zaman içinde oluşumu sağlanmıştır.  Ancak şia  aydınları bu konuları inceleme ve irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele alamadıklarından,  yeni nesiller bu konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle  eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey  olarak tanımlamıştır.
Bundan başra   Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye  mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da  Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt  mezhebine girmemekte  ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen  Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir.  Bu bağlamda  “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4]  T el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir çok eser kaleme almıştır.
İran’da bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin  velayeti fakih sistemiyle[5]  ilgili  yaptığı  açıklamasından sonra  bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı duymuştur.  Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisinden başlayarak  Şianın hafızasını oluşturan  bin küsur yıllık  İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen hepsini   inceledikten sonra
Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye,  beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü.[6] Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu.  “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği söylüyorlardı. Ancak o  bu gerçeğin bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde  Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla  yayınladı.  Ona saldıranlara,  saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi ancak
El katibi nin  elde ettiği sonuçlara  cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
O güne kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da  “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek  on ikinci imamın  tarihte hiçbir zaman  yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha  sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde  nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların  kendilerini kim yönetecekse  buna kendilerinin  karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip şunları söylemektedir. 
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu.  On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?”  Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” t
eorisini savunan olmamıştır.
El katip’e  tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa  bu konuya merakı olanların konuyu anlaması daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura, 
Bkz:
 http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
   http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH


[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53. Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye” 
[5]“ kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
[6] Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi”