Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz.
Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yürümesi
gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir
inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini
boyutları hiç yoktu! Bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece
seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz
Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz
Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden
sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden
aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a, daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye
sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı
Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın
zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan
huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf,
osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad
b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabeler bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz
Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden,
ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden
bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri
yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu
birliktelik, diğerlerine düşmanlığı
beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir
kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler,
bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara
katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize
olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu
değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır.
Konuyla ilgili Ruhi Fığlalı,
"Tarihi
olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in
Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu
oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz.
Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında
yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar
sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı
olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz
edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2]
ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz.
Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı
anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup
üretilmeye başlanmış, uzun bir zaman
içinde oluşumu sağlanmıştır. Ancak
şia aydınları bu konuları inceleme ve
irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele
alamadıklarından, yeni nesiller bu
konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını
safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle
eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia
alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini
dinin dışında seküler bir şey olarak tanımlamıştır.
Bundan başra Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber
devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye
mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine
inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden
giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt mezhebine girmemekte ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan
sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir. Bu bağlamda “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4]
T el-Huseyn, Kifahun fî
Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam
es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir
çok eser kaleme almıştır.
İran’da
bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin velayeti fakih sistemiyle[5]
ilgili
yaptığı açıklamasından sonra bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı
duymuştur. Humeyni’nin “velayeti fakih”
teorisinden başlayarak Şianın hafızasını
oluşturan bin küsur yıllık İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen
hepsini inceledikten sonra
Şia’nın
bu konulardaki düşüncelerinin takiyye, beklenen
mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih
teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve
ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından
uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak
“takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve
her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler
olduğunu gördü.[6] Çünkü
küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih
yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden
hiçbirisi dillendirmiyordu. “beklenen
mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını
ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması
gerektiği söylüyorlardı. Ancak o bu gerçeğin
bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı.
Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din
baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla
tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla yayınladı. Ona saldıranlara, saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi
ancak
El katibi
nin elde ettiği sonuçlara cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma
ortaya konulmadı.
O güne
kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı
kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var
olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun
varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını,
dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977
yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp
kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti.
Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri
takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı
iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71
arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında
ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça
”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek
arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el-
Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz,
hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık
yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat
çekerek on ikinci imamın tarihte hiçbir zaman yaşamadığını,
böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili
rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha sonra Ehl-i Beyt’in
ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde nass ve vasiyetin değil de
şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani
Müslümanların kendilerini kim yönetecekse buna kendilerinin
karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan
bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı
çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla
itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin
yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından
öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip
şunları söylemektedir.
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu. On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?” Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu. On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?” Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
El katip’e
tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla
ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa bu konuya merakı olanların konuyu anlaması
daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de
okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat
Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,..
ile’ş-Şura,
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Ahmed
el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh,
Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî,
el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî,
Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan
gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH
[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53.
Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta
da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet
etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile
ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin
indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki
vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı
onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun
ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü;
savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen
olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e
verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa),
Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve
Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî
Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye”
[5]“ kendi yönetiminin
Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve
ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her
kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
[6] Şia Siyasal Düşüncesinin
Gelişimi”