5 Aralık 2011 Pazartesi

ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ








Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü­rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu! Bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a,  daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele­r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu birliktelik,  diğerlerine düşmanlığı beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır. Konuyla ilgili  Ruhi Fığlalı,
"Tarihi olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2] ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup üretilmeye başlanmış,  uzun bir zaman içinde oluşumu sağlanmıştır.  Ancak şia  aydınları bu konuları inceleme ve irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele alamadıklarından,  yeni nesiller bu konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle  eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey  olarak tanımlamıştır.
Bundan başra   Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye  mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da  Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt  mezhebine girmemekte  ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen  Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir.  Bu bağlamda  “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4]  T el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir çok eser kaleme almıştır.
İran’da bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin  velayeti fakih sistemiyle[5]  ilgili  yaptığı  açıklamasından sonra  bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı duymuştur.  Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisinden başlayarak  Şianın hafızasını oluşturan  bin küsur yıllık  İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen hepsini   inceledikten sonra
Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye,  beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü.[6] Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu.  “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği söylüyorlardı. Ancak o  bu gerçeğin bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde  Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla  yayınladı.  Ona saldıranlara,  saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi ancak
El katibi nin  elde ettiği sonuçlara  cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
O güne kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da  “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek  on ikinci imamın  tarihte hiçbir zaman  yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha  sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde  nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların  kendilerini kim yönetecekse  buna kendilerinin  karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip şunları söylemektedir. 
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu.  On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?”  Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” t
eorisini savunan olmamıştır.
El katip’e  tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa  bu konuya merakı olanların konuyu anlaması daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura, 
Bkz:
 http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
   http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH


[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53. Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye” 
[5]“ kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
[6] Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi”

SAHABE DENİLİNCE KİMLER ANLAŞILMAKTADIR?

      

 Konumuz Ehlibeytin Sahabeyi nasıl gördüğü konusu iken önce, sahabe kime denir? Ya da Sahabe deyince biz neyi anlıyoruz un cevabını bulmak gerek. Ancak, bu konu ile alakalı farklı görüşler mevcuttur. Biz bu farklı görüşlerin içine derinlemesine girmeden kısaca en itibar edilenlerden örnekler verecek olursak;
Allah Resulünü (s.a.v.)  risalet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allah Tealaya irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mümin olarak gören ve o hal üzere vefat eden kişilere sahabe denmiştir.
Başlangıç itibari ile Mekke nin fethinden önce Müslüman olanları kapsarken, sahabe tanımının dört halife dönemi sonrası iktidar ve muhalefetin arasındaki siyasal  kavgalar yüzünden, bazı kişileri korumak amaçlı  Allah resulü döneminde Müslüman olup onun yüzünü gören herkes sahabeden sayılmıştır!.
Ashab'ın İslâm'a girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanı sıra; her şeye rağmen birer insan oldukları da göz önünde bulundurulduğunda, Ashabın hepsinin birbiri ile aynı değerde olmayacağı aşikârdır. Bu bakımdan, konuya ilişkin farklı  görüşler de bulunmaktadır.

Ashab arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler) ve Ensar (Hz. Peygamber'e ve Müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli Müslümanlar) en muteber görüştür.
İslâm âleminde, Ashab'ın faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır. Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî'nin (ö. 852) el-İsâbe fi Temyîzi 's-Sahabe adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır:
İbn Abdilberr (ö. 463), el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashab;
İbnu'l-Esîr (ö. 630), Üsdu'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe
Bir başka ifadeyle sahabe; Tabiinden olan Said b. Musayyib, sahabenin bir veya iki yıl peygamber ile birlikte bulunan bir veya iki savaşta onunla birlikte savaşan kimse olduğunu söylemektedir.
Eş’ariye fırkasının mütekellimlerinden olan Bakelani ise şöyle demektedir: “Ümmet arasında yerleşen örfe göre sahabe, peygamberle uzun süre beraber olan kimsedir. Sadece birkaç saat peygamberle kalan peygamber ile birlikte birkaç adım yol yürüyen ve hadis işiten kimse sahabe değildir.”
Bu görüşlerin dışında farklı görüşlerin olduğu malum. Ancak, asıl olan Allah Rasulü'nün bu konudaki söyledikleridir. Hz Peygamberimizin  bazı hadislerindeki  sahabe tarifi ile  genel anlayıştaki sahabe tarifinin pek uyumlu görülmediği bazı alimlerce ifade edilmektedir. Bunların ne olduğu ifade edilirse ; Buhari ve Müslim'in ortaklaşa rivayet ettikleri bir hadiste "Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse Ashabım'dan birinin bir müd hatta yarım müd sadakasına yetişemez" hadisinde, geçen "sizden biriniz" diye hitap ettiği karşısındaki topluluk zaten onu gören ve onun sohbetinde bulunan kimselerdi. Eğer sohbet ettiği zümre  sahabe ise bunu onlara neden söyledi? O halde Allah Rasulü'nün  sahabem dediği kimseler kendisini dinleyen sohbetinde bulunanların hepsi mi, yoksa bunlardan farklı özellikleri olan kimseler miydi? " Yine Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis­te Ashabına ta'n edenlere karşı söylediği "Ashabım hakkında Allah'tan korkun Allah'tan" sözleriyle azarladıkları kimseler yine başkaları değil, Hz Peygamberimiz döneminde inanmış onun sohbetinde bulunan kimselerdi.
Bazı âlimler  “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tabii olursanız hidayete erersiniz” hadisinde kastedilen Ashabın yaklaşık 7 ile 60 civarında bugün içtihadı bize ulaşan sahabeye yönelik olduğunu söylemektedirler.
İbn Kesîr, Sahabenin İncil ve tevratta hangi vasıflarla anlatıldığını şöyle dile getirir. “Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çe­tin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöy­ledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvet­lendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve bü­yük mükâfat vaat etmiştir.”

Cenâb-ı Hak, Tevbe süresinde Ashâb-ı kirâmdan razı olduğunu ve onlar için ebedi nimetler, saâdetler hazırladığını şöyle beyan ediyor:

“Muhacirlerden ve Ensardan İslam’a girmekte ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tâbi olanlar… Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara altlarından nehirler akan Cennetler hazırladı ki, içlerinde sonsuz kalacaklar. İşte büyük kurtuluş bu.” (Tevbe Sûresi, 100)

Yine aynı sürede Cenâb-ı Hak sahabe-i Kirâmı överek onların İslâm uğrunda can ve mallarıyla cihat ettiklerini ifade ediyor ve kendilerini hayır ve ihsan ile şöyle müjdeliyor:

“Lâkin peygamber ve emrindeki müminler mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. Bunları görüyor musun, bütün hayırlar işte onlar içindir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir. Allah onlara altından nehirler akan Cennetler hazırladı. İçlerinde sonsuza dek kalacaklar. İşte o büyük kurtuluş budur.” (Tevbe Sûresi, 88-89)
Tevbe suresinin 40. âyetinde buyuruluyor ki:
(Eğer siz ona (Resulullaha) yardım etmezseniz (ne önemi olur ki); ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına [Ebu Bekir’e] üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.)
Bu âyette, Allah, Hz. Ebu Bekir’in, Resulullahın sahibi yani arkadaşı olduğu bildiriliyor. Ayette sahibihi (Onun arkadaşı) diye geçiyor. Eshab, arkadaşlar demektir. Demek ki Hz. Ebu Bekir’in sahabiden olduğu âyetle sabittir
Sahabe hakkında daha birçok ayet-i kerime nâzil olmuştur.

Şia’nın sahabe görüşünden de örnek verilirse; Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi sayıları çok fazla olmayan kimseleri sahabe sayar onları sever diğerlerine buğzedenler vardır.
 
Hz. Peygamberin şüphesiz sahabeyi övücü sözleri vardır. Ancak bunları söylerden gaybe yönelerek bu sözleri sarf etmiş değildir. Yine o ortamda , yeni müslüman olmuş kimselere; bedir uhut ve diğer gavzelere katılmış, canla başla mücadale vermiş hayatını ortaya koymuş insanları  farklı ortamlarda onlara anlatmaya calışmış olmalıdır. Meseleye böyle bakıldığı zaman sahabe konusu daha iyi anlaşılacaktır.  
“Benim sahabelerim âdildirler.”
“Bir kimse sahabeyi severse beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden de bana düşmanlığından dolayı düşmanlık eder.”
(Eshabımı kötüleyen hariç, Kıyamette, herkesin kurtulma ümidi vardır.) [Hakim]
Sahabenin bütünün övüldüğü ve onlara düşmanlık yapılmaması gerektiği konusunda başka hadislerde mevcuttur.
       Bir de sahabe içinde yer alıp, onlarla oturup kalkan, zaman zaman menfaatleri icabı onlarla savaşa katılan ortamını buldukça Müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışan, farklı ortamlarda Hz Peygamberimizle alay eden İslamlaşamamış münafıklar mevcuttur.  Bunlar islamı kabul ettikten sonra münafıklaşanlar değil, İslam içinde görünen İslamlaşamamış münafıklardır. Gerçek yüzleri savaş zamanları ve fitne ortamlarını yakaladıkları an ortaya çıkmaya başlamıştır. Sayıları zaman zaman 300’ü bulduğu olmuştur. Hendek savaşında ihanetlerinde zirve yapmışlardır. Bunlar sahabe değillerdir. Bunlarla ilgili  Münafikun suresi  nazil olmuştur. Müslümanlar bunlardan hiçbirini sahabeden saymazlar. Bunun aksini iddia edenler varsa ki vardır. Bunlar sahabe saygınlığını yok etmeye çalışan takiyyeci ve iftiracılardır. 
Bu kadar hadis ve ayeti anlamak istemeyen ya da tevil ederek farklı anlamlar yükleyen zihniyetlerle bu ve başka konuda tartışmaya gerek de yoktur. Çünkü tartışmada edep sınırına dikkat etmezler, delil saydıkları yüzlerce kaynak aynı zihniyetin dedeleri tarafından kurgulanmış belgelerdir. Sahih kaynaklardan delil diye ortaya koydukları metinleri incelediğinizde, bütün bir sayfanın altını üstünü kırpılarak delil oluşturduklarını hakikat ile mevzu ile alakası olmadığını görürsünüz. En doğru şey bu konuları merak edenin kendisi bir fiil sahih kaynaklardan araştırması yoksa kötü niyetlilerin oyununa gelmek hiçten bile değil.
Sahabe ile ilgili ileri geri söylem geliştirmek bugünün adetlerinden de değildir. İlk fitnenin neticesi gelişen siyasi olayların alanından kaydırılarak meselenin dinsel zemine taşınması dinsel anlam kazandırılmaya başlanmasından beri devam etmektedir.
İslam büyükleri bu konuda  kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplara bakarsak; İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe ile Hz. Ali arasında cereyan eden vakadan sorulunca şöyle cevap vermiştir.
BAKARA - 134: O bir ümmettir ki gelip geçti. Kazandıkları işler kendilerine aittir, sizin kazandıkları­nız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” mealindeki âyet-i kerimeyi okuyarak soruyu cevaplamıştır.
Beyhaki İmam Şafî’den rivayet ediyor : “ ALLAH Tebarake ve Teala, Resulüne tabi olan Ashabı Kur’an, Tevrat ve İncil’de övmüştür Onlardan sonra da bu şerefe ulaşacak hiçbir kimse olmayacaktır Bundan dolayı ALLAH onlara rahmet etmiş, onları sıddıkların, şehitlerin ve Salihlerin mertebelerine yükseltmiştir” ( Menakibu-ş Şafî c:1- sf/442
Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdimizde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın Ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitap ve sünneti iptal etmek için Ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek)
Görüldüğü gibi sahabeyi masum göstermeye çalışan görüşler olduğu gibi, bazı sahabe hiç hak etmediği halde  zemmedilmiş onlar aleyhine yalan ve iftiralar uydurulmuştur. Bunlar tamamen siyasidir. Mezhep farklılığı malesef ki bu ifrat ve tefriti getirmiştir. Olaya bakış bir mezhebi gözlükle değil bir müslüman gözlüğü ile bakıp değerlendirmek esastır.

Sonuç olarak şu denilebilir ki; Kimleri sahabe sayarsanız sayın, yada kimleri saymazsanız saymayın. Sahabe arasında da her türlü kötülüğün yaşanmışlığı vardır. Ancak, onlar hata yaptıklarında büyük pişmanlıklar göstererek tövbe ederlerdi. Bir daha onu yapmamak için ellerinden geleni yaparlardı. Ancak bizim sahabe olarak bildiğimiz nice kimseler vardır  ki, münafıklardan olmuştur. Yani bizim bir kişi sahabe olarak adlandırmış olmamız onların hepsinin aynı ölçüde aynı ağırlıkta iman ehli olduğunu göstermez. Bizlere dini alanda sahih rivayetleri ulaşan sahabe sanıldığı gibi çok da değildir. Siyasetin dini baskıladığı dönemlerde  devlet idarecilerinin lehine onlarca yüzlerce hadis uydurulmuştur.  Bunların sahih addedilen kitaplara kadar girdiğini de görmek mümkündür.
Kuran da, bizim sahabe olarak nitelendirdiğimiz insanların bir kısmı için övücü tabirler olduğu gibi onların aleyhine olan yoldan çıkmışlarla ilgili bilgilerde vardır. Yani  sahabeden her hangi birisini masum görme gibi bir lüksümüz yoktur. Onlarda neticede insandır. Günahlarıyla sevaplarıyla her şey Allahın huzurunda oraya çıkacaktır. 
Bizim meseleye bakışımız bu konuya daha objektif acıdan yaklaşıp dersler çıkarmak olmalıdır. Yoksa şunun haklılğı bunun haklılığının kavgasını günümüze taşımak vekalet savaşları yapmak hiç bir mümminin lehine değildir. Meseleye adaletli hak hukuk acısından bakalım dersek, Hz Ali nin haklılığı ile muaviye nin haksızlığı tartışılacak gibi değildir. Muaviyenin yaptığı ap acık bir zulümdür. Dinin bozulmasına insanların bölünmesine  düşmanlıkların başlangıcına imza atmış  tarihi bir figürdür.  Hu şunu da diyebilirsiniz o dönemde iyi bir şey olmamış mıdır?. Bu ayrı bir konudur. Elbette çok iyi şeyler de olmuştur. Ancak din esas mecrasından sapmaya başladığı bir dönemi yaşamaya başlamış, her gecen yıllarda tüm İslam aleminde bu sapkınlık özden uzaklaşma devam etmiştir. Nice dinden olmayan şeyler dinden sayılmış dinin aslı yerine konulmasına sebep olunmuştur. Bu konular başka başlıklar altında verilecektir.
 
    

Ehlibeytin Sahabeye Bakışı Nasıldı?




Sahabe döneminin hemen sonlarında kendini şii olarak tanımlayan grupların sahabeye bakışı ile, şia  gruplarından bir kısmının özellikle on ikinci imam felsefesini benimseyenlerden (Gayıp imam) sonra kilerinin  sahabeye bakışı çok değişmiştir.
Sonradan geliştirilen Sahabe düşmanlığı Şialığın siyasi bir inanca dönüşmesiyle akide haline gelmiştir. Bu akide mensupların mimarları her ne kadar kerbela olayından yüz yıl sonra yaşayan yalancı ve azılı iki tarih ravilerinin Ebu Mihnef Lût bin Yahya, Hişam bin Muhammed bin Said el-Kelbî [1] rivayetleriyle başlasa da  özellikle on ikinci gayıp imamdan sonra sahabeyi düşman menziline oturtmuş buna paralel ehlibeytin de bakışını tersyüz etmekten geri kalmamışlardır.  Olayın tarihi derinliklerine inerek hakikatin ne olduğu,  gerçek anlamda sahabenin Ehlibeyt tarafından nasıl gördüğü çok önemlidir.

Sıffın savaşından önce Ali şiası denilen  ve Sıffın savaşında kendisine ihanet eden “Harici” diye adlandırılan grupla ilgili Hazreti Ali ,
“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen ganimetlerdeki hakkınızdan alıkoymayacağız”.
Daha sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış olduğunu bundan vazgeçmelerini istemiştir. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı münazaralardan sonra onlardan yarısı fikirlerinden vazgeçtiler. Kalanlarına da savaş ilan eden Hz Ali, Savaş sonunda onların bütün yaptıklarına rağmen onlarını esir etmemiş, mallarını bîr koyun da olsa almamış,
Kays b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Nehrevan'da hâricilerin işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım. Ali'ye (r.a.) denildi ki:
“Bunlar müşrik midir?” Ali (r.a.):
“Şirkten kaçtılar”.
“Münafık mıdır?”
“Münafıklar Allah'ı çok az zikrederler.”
“Peki nedir bunlar?”
“Bunlar bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık” buyurdular.
Görülüyor ki, Ali (r.a.) haricilerin kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min olduklarını açıkça beyan etmiştir. Kaldı ki Hz Ali diğer sahabeye küfür nazarıyla baksın. Bu tür ali adına yapılan rivayetlerin tamamı safsatadır. Hiçbir değeri yoktur.
 Bir başka ortamda geçen bir husus;
Süfyan, Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre Muhammed Bakır şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Cemel vakasında -yani Siffin gününde  aşırı giden bir kişinin sözlerini işitince ona şöyle dedi:
“Konuşacaksanız yalnız doğru olanı dile getiriniz.”
Ortada bir topluluk vardır ki, kendilerine zulmettiğimizi iddia ediyorlar. Biz de onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da onlara savaş açtık.”
Mekhûl’un rivayet ettiğine göre, Ali'nin (r.a.) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından ölenlerin durumunu sormaları üzerine Ali (r.a.):
“Onlar mü'mindirler,” cevabını verdi.
Abdul vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:
Ali (r.a.), Estere dayalı olduğu bir vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından geçti. Hâbis el-Yemanî'yi de vefat edenler arasında gördü. (Bu zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir. Çok ibadet eden Ashabtandır. Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde şehid düşmüştür. )
O esnada Ester: Allah'tan geldik, Allah (c.c.)'a gideceğiz  hayretini izhar ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin alameti vardır. Vallahi ben onu Müslüman zannediyordum, demesi üzerine Ali (r.a.):
“O şu anda da Müslümandır.” buyurdular.
Hz. Peygamber'in soyundan gelen  Meşhur alim Zeydi imamlardan İbn Murtaza'ın ilk dönem sahabelerinin HZ Ali’yi nasıl gördüklerini anlatır.
"Rafızilerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık,' mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammar, Ebu Zer, Mikdat b. el- Esved'in de Ali'nin imam olduğu görüşünde olduklarım ileri sürmüşlerdir. Lakin, isimleri zikredilen bu kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer' den teberru
Ettiklerini açıklamamış olmaları ve ikisine de, sövmemiş. (sebbetmemiş) olmaları, Rafızileri yalanlamaktadır. Öyle ki, onların iddialarının aksine;  Ammar kufede, Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin,  Ammar  da Kufe  valiliğinde bulunmuştur. . Ali,  Ammar ve Selman" [2]
Meşhur Zeydi imamlardan İbn Murtaza'mn şu ifadeleri de, konu ile  ilgili, Hz. Peygamber'in soyundan gelen bir alimin ciddi tespitleri olarak alınabilir: "Rafızilerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık,' mütevatir nass dan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammar, EbU Zer, Mikdat b. el-Esved'in de Ali'nin imam olduğu görüşünde olduklarım ile sürmüşlerdir. Lakin, isimleri zikredilen bu kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer' den teberru ettiklerini açıklamamış olmaları ve ikisine de, sövmemiş. (sebbetmemiş) olmaları, Rafızileri yalanlamaktadır. Öyle ki, onların  iddialarının  aksine; Ammar Kufe'de, Selman el-Farisi de Medain'de Ömer b. el-Hattab'ın tayin ettiği amiller olarak görev yapmışlardır"
Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.”  Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şahadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve  H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terkettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki Alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terk ettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) methederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen Alevîler imamlarına muhalefet ederek Hicri  Birinci asırdan sonra Ebubekir  ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)

Yine Hz. Ali'nin torunlarından Hasan b. el-Hasan b. Ali Ebi T'alib de, "Resulullah Ali hakkında, 'men kuntumevıaım fehuve Aliyyun mevıaııu' demedi mi? Şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir: "Eğer bu sözden emirlik ve sultanlık kastedilmiş olsaydı, Hz. Peygamber onu, tıpkı namaz, zekat, Ramazan orucu ve Hacc konusunda olduğu gibi açıkça belirtir ve'ey insanlar! Ali benden sonra sizin emirlniz derdi". [3]
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle dâyor : “
“Ebubekir  ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettendir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):
“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldan geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
Cennetin kapıcısı olsaydım,  İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:
“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak minberde halka açıklanmıştır.
Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”


Sonuç olarak;
 Kaynaklarda bu ve buna benzer bigiler vardır. Konunun daha iyi anlaşılması için şu unutulmamalıdır. Eğer Hz. Ali gercekten diğer sahabe ile ilgili yukardaki sözleri sarf etmişse ki,  büyük bir ihtimalle sarf etmiştir. Durup dururkende bu sözleri söylemiş olamaz. Ne zaman bir fitne çıktı, islamın aliyhine gelişmeler yaşanmakta, diğer halifeler aleyhinde girişimler yaşanıyor o tür fitnelerin ateşini söndürmek için söylendiği bilinmelidir. Sonuç olakrak diğer üç halife de bir insandır. Hata yapmaları her an mümkündür. Masum değillerdir. Meseleyi abartılı yaklaşmak asla doğru değildir. Dört halifenin çok iyi yaptıkları da vardır. Şartlardan dogan ufak tefek yanlışlarda olabilir. Yönetimin getirdiği şartlara vakıf olmadan, bu günkü bir bakış acısıyla onları masumlaştırmak, yada itham etmek asla adil değildir. Her insanda olduğu gibi bir takım insani zaaflar onlarda da vardı. Bu sünetullahın kuralıdır. Öyle olunca kişilerin ben merkezli düşünmeleri gayet doğaldır. O duygularını yenebildikleri ölcüde yanlışlar asgariye inebilir. Hz peygamberin yakın arkadaşları ister ehlibeyt olsun ister diğerleri yirmi üç yıllık tarihe baktığımızda yabana atılır birileri olmadığı görülecektir. Kendi aralarında ufak tefek, hatta büyük ölcüde tarışmalar yaşanmıştır. Bunlar yönetim anlayışlarından, insani zaaflarından, meseleye bakış acılarındandır.  İnsanın olduğu yerde her zaman her yerde bu tür cekişmeler olur. Olmaktadır. Bunları temellendirerek bir ayrışma yapmak ne insanidir ne de islami. Halifelik şunun hakkı idi bunun hakkı idi gibi gereksiz, sonucu değiştirmeyecek bir girdaba girmek müslümanların sinerjisini yüz yıllardır yok etmiştir. Bugün bizlerin doğru sandığı bilgiler tamamen peşin kabullerimizdir. Kim hangi mezheptense, o mezhep hangi görüşü benimsemişse, o mezhebin doğrusu neyse, doğru ve yanlış algısı tamamen bunun üzerinden yapılmaktadır. Kim hangi kaynaktan beslenmişsse o kaynağın gerceği okuyanlarının gerçegine dönüşmektedir. Bakıyorsunuz onun tersine yazılı kaynak ve bilgilerde mevcut. O zaman bunların hangisinin doğru olduğunu nasıl test edeceğiz. Aklını doğru kullanmak zorunda olan müslümanlar kesin bilmedikleri bir takım bir birinden farklı rivayetler yüzünden kavgaya düşmesinden saha sacma daha berbat bir şey olabilir mi? Bir müslüman olarak meseleye şöyle bakmalıyız diye düşünüyorum. Ehlibeytte sahabenin ileri gelenlerindendir. Ancak resulullaha daha yakın ev ahalisinden olması nedeniyle bir evin içinde yaşanılan peygamber örnekliğini dışarı onlar daha iyi yansıtabilmişlerdir.
Her bir sahabe bulundukları yer acısından önemlidir. Bunların faziletlerinin hangisinin daha üstün olduğu tamamen onlarla Allah arasında olan bir durumdur. Her kim yada hangi sahabeden olursa olsun bize kadar ulaştırdıkları bilgilerin Kuran'a olan uygunluğu önemlidir. Hz peygamber bir hayat insanıdır. Hayatın her kademesi için söylediği yaptığı bir örneklik elbette vardır. Biz de islamı onun örnekliğinden öğrenmeye kalkmışsak bu örnekliği bize doğru olarak ulaştıran her sahabe önemlidir. Onlardan Allah razı olsun demekten başka diyecek bir şey yoktur.



[1]  Hafız Abdullah Muhammed b. Osman- Ez-Zehebi, Muntaka adlı eseri Fasl-ul Hitap. Muhammed Salih Ekinci, Minhacü’s-Sünne, C:3, S:39)
         [2]  İbn Murtaza, Tabakatu'l-Mu'tezile, 5. ), (Tirmizi, Menâkib, 34).
[3] (1bnSa'd, Tabakat; V, 320,)


Ali Şiasının Sahabeye Bakışı Nasıldı?


İslamın ilk dönemlerinde Medinede Hz. Ali nin yakınında bulunan onu kişisel özelliklerinden dolayı çok seven Ali şiası denilen küçük bir grup  vardı.. Aynı dönemde bu tür yakınlıklara  Hasan şiası ya da  Abbas şiası deniliyordu. Yani   bir kişinin etrafındaki sevenlere o kişinin şiası denilmekteydi. Bu anlamda ilk şiası (taraftarı)  olan sahabede Hz Osman’dır.
Kendini Şia diye adlandıran grubun bugünkü anlaşılan biçimde ayrı bir inanç akidesi olmadığı gibi sahabeye en ufak bir kini düşmanlıkları bulunmamaktaydı. Daha sonraları  Hz Ali’nin yönetimde bulunduğu yerlerde özellikle  küfe de  Hz Ali’ye  derin hayranlık duyan bir kitle oldu. Bunların  büyük bir kısmı  Hz. Ali’yi,  bütün sahabe-i kiramdan üstün sayma, herhangi bir kimseyi kâfirlikle itham etmeme ve Hz. Ali’yi beşeriyet üstü bir varlık kabul etmeme yolunu tutmuşlarsa da , Hz. Ali ve oğullarını takdir hususunda çok aşırı gidenler de bulunmaktaydı.
İşte o dönem Şiilerinden Mutedil  Şiî olan îbn-i Ebil Hadid,  itidali elden bırakmayan ve aşırılığa gitmeyenlerle ilgili  şöyle anlatmaktadır.
«Bu meselede, düşüncelerine katıldığımız arkadaşlarımız kurtuluşa eren kimselerdir. Çünkü onlar, orta yolu tutmuşlardır. Hz. Ali’nin, âhirette varlıkların en efdali, cennette en üstün derecelisi, dünyada da varlıkların en üstünü, en çok özellikleri, meziyetleri ve kahramanlıkları bulunanıdır. Ona her düşmanlık eden veya buğzeden Allah Tealâ’nm düşmanıdır. Kâfir ve münafıklarla beraber, ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Ancak tevbe ettiği, Hz. Ali’yi sevdiği ve onu dost edindiği tesbit edilen kişi müstesnadır. Hz. Ali’den önce Halife olan faziletli muhacirlere gelince, değil, onlarla kılıçla savaşması  veya kendisine biata davet etmesi Hz. Ali onların Halifeliğini reddetse, onlara kızsa, yaptıklarını hoş görmeseydi dahi onların helak olduklarını rahatlıkla söylerdik. Bunlara Resulullah (S.A.V.) gazap etmiş gibidir. Çünkü Resulullah onun hakkında şöyle buyurmuştur: «Sana karşı savaşmak, bana karşı savaşmaktır. Seninle barışmak, benimle barışmaktır.»(1)  
Diğer bir hadis-i şerifte ise : «Allahım sen ona dost olana dost ol düşman olana da düşman ol.(2)  
Bir başka hadis-i şerifte de: «Seni ancak mümin bir kişi sever ve sana ancak münafık bir kimse buğzeder.»(3)  
Fakat bizler, Hz, Ali’nin, kendisinden önce Halife olanlarının hilafetine razı olduğunu, onların peşinde namaz kıldığını, onlarla hısım olduğunu ve onların yemeklerini yediğini görürüz. Hz. Ali’nin yaptıklarına karşı çıkmaya ve ondan nakledilen meselelerde aşırı gitmeye hiç hakkımız yoktur. Meselâ : Hz. Ali Muaviye ile alâkasını kestiği için biz de alâkamızı kestik, ona. lanet ettiği için biz de lanetledik. Şam halkının ve içlerin¬de bulunan Amr b. ‘Âs, oğlu Abdullah ve benzeri hayatta kalmış sahabenin sapık olduklarına hüküm verdiği için biz de onların sapıklıklarına hükmettik.
Kısaca biz, Hz. Ali ile Peygamber’in arasında sadece bir peygamberlik rütbesi farkını görüyoruz. Bunun haricindeki bütün meziyetleri, ikisinin arasında eşit görüyoruz. Hz. Ali’nin kendisine karşı çıktığı tesbit edilmeyen büyük sahabîlere dil  uzatmayız.(4) 
 Yine bu konuya ilişkin  Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor: 
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi: 
“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.”  Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şahadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve  H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor: 
Ali (r.a.) Kûfe'de minberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terk ettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terkettiklerini bilecektik.
Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) methederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen Alevîler imamlarına muhalefet ederek Hicri Birinci asırdan sonra Ebubekir  ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)
Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Kûfe'nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”

Mesela şia alimlerinden Abdulrezzak;
“Eğer Hz Ali, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i üstün tutmasaydı bende tutmazdım, Hz Osman’ı sevmeseydi bende sevmezdim.”

       Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, Hz Osmanı şehit eden çapulcuların Hz Ali ye halife olması gerektiği konusundaki baskılar altında halka karsı irad ettiği bir hutbede söyle demiştir: “Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme işi sizin işinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, su anda dilerseniz bu isi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam .” Bu husustaki uzun bilgiyi  taberiden(5)   almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna”
Hz Zeyd’e yapılan ihanet sonrasında taraftarlık anlayışından uzaklaşılarak taraftarcılığa yani Şiacılığa dönüştürülen bu yapı bu olayla birlikte Ehlibeyt imamları gözetiminden uzaklaşmaya başlamış,  büyük kayboluş diye adlandırdıkları olaydan sonra meydanın iyice boş kalmasıyla sınır tanımaz olmuşlardır.

Eğer sahabe bir birine düşman olsaydı,  yani Hz. Ali, Hz. Ömer’i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsümü verir miydi? Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’nin korkudan “takiyye” yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.(6) 
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Hz. Ömer’in kendisinin de İran seferine katılmak istemesine karşın, Hz. Ali’nin buna karşı çıkarak “Ya Ömer, sen gitme, eğer sen bu savaşta şehit olacak olursan Ümmetin başı ortadan kalkmış olur, bu da ümmete ağır bir darbe olur. Ama eğer bir kumandan şehit olacak olursa onun yerine başka bir kumandan getirilir”
 Bu dönemden sonra ihanet planlarının bir bir hayata geçirilmeye başlandığı görülmektedir. Bu konuyu dile getiren tarihi vesikalara baktığımızda alt niyetli provakatif düşüncenin amacına ulaşmak için var güçleri ile çalıştığını görmek mümkün olur. Mesela; 
Hz. Peygamber'in soyundan gelen Meşhur alim Zeydi imamlardan İbn Murtaza'ın konu ile ilgili, tespitlerine bakarsak bize ciddi manada ışık tutacaktır.
"Rafızilerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık,' mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammar, Ebu Zer, Mikdat b. el- Esved'in de Ali'nin imam olduğu görüşünde olduklarım ileri sürmüşlerdir. Lakin, isimleri zikredilen bu kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer' den teberru
ettiklerini açıklamamış olmaları  ve ikisine de, sövmemiş. (sebbetmemiş) olmaları, Rafızileri yalanlamaktadır. Öyle ki, onların iddialarının aksine; Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin,  Ammar  da Kufe  valiliğinde bulunmuştur. ... Ali, Ammar ve Selman"(7)  Eğer bu siyasi mücadele  dini bir mücadale olsaydı  Selman Farisi hiç Hz Ömer  döneminde valilik yaparmıydı? Hz Eyüp El Ensari, Emevilerin ardına düşüp İstanbul’un fethine gider miydi?  Bu  insanlara haşa  iki yüzlülük nasıl yakıştırılabiliyor?. Doğrusu anlamak mümkün değil!. İşte tarihteki sayısız bu tür gerçeklerin anlamını saptırmak için takiyye anlayışının ortaya konduğu neden düşünülmez ki!
Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan olan kızı Ummu Gülsüm’ü Resulullah’ın halifesi Müminlerin emiri Ömer el-Faruk ile evlendirmesi, onun Hz Ali ile Hz fatıma ile bir sorununun olmadığını gösterir. Yine Hz Ali nin diğer halifeler ile arasında sağlam ve köklü bağlara delildir. Şia tarihcileri belki bunu da değiştirmeyi zamanında düşünemediğinden şii muhaddisler, müfessirler ve “masum” imamlar da bunu itiraf etmişlerdir. Mesela Kuleyni, Mueaviye b. Ammar’dan, Ebu Abdillah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ebu Abdillah'a kocası ölen kadının iddet müddetini evindemi, yoksa istediği yerdemi geçirmesi gerekir? Diye sordum. İstediği yerde geçirebilir; zira Ali Ömer vefat edince ummü Gülsüm'ü alıp kendi evine götürdü, dedi.”(8)  
Kitabında “Ummu Kulsum’un Evliliği” diye bir bölüm ayıran Kuleyni, bu bölümde, Zurare’den şu haberi rivayet eder: “ Ebu Abdillah Ummu Gülsüm'ün evliliği hakkında, bu bizi kızdıran bir evlilik demiştir.” 
Bu son cümlede dikkate değer bir husus vardır ki Şianın bütün fikirlerini ortaya koyar.  Bu da Şiacılar aslında Hz Ali ve diğer ehlibeyti önemsiyor görünse de, aslında onların sözlerine  ve tercihlerine önem vermezler.  Onlar için önemli olan söz konusu Allah dostlarının  niye kendileri gibi  tercihlerinin olmadığı ve düşünmediğidir. Sözüm ona  haşa arızalı olan  Ali ve neslidir. Bu arızayı düzeltmek için de  akide uydururlar altına imamların adını koyarlar. Metnin altında  imam yazınca hiç kimse de bunu  sorgulanmaz nasıl olsa!  Yapılan budur.  
Muhammed b. Ali b. Şehr Aşun el-Mazendarani eserinde şöyle der: “ Fatıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin Zeyneb el-Kübra ve Ümmü Gülsüm el-Kübra dünyaya geldi. Ömer Ümmü Gülsümle evlendi.”(9)  
Şiilerce eş-Şehid diye bilinen ikinci kimseleri olan Zeynud Din el.Amili de şunları söyler: “Hz. Peygamber bir kızını Osman ile, diğer kızı Zeynep’i de Ebul As ie evlendirdi; bunların ikisi de Haşim Oğullarından değildir.(10) Aynı şekilde Ali de Ümmü Gülsümü Ömer ile evlendirdi. Abdullah b. Amr b. Osman Hüseyin’in kızı Fatıma ile, Musab b. ez-Zübeyr de onun kardeşi Seine ile evlendi. Bunların hiçbirisi Haşim Oğullarından değildir”  
Bu hakikatlere rağmen yani kendi kaynaklarında yer alan Hz Ömer’in Hz Ali nin kızı ile evlenmesini, Hz Osman ın Hz peygamberimizin iki defa damadı olmasını kolay izah edemediklerinden. İşlerine geldiği gibi reddetme yoluna gitmektedirler. Onlar için hakikat önemli değil. Onların kabullenmesi ya da reddetmesi önemlidir.
Sahabeye karşı azmışlığın, kudurmuşluğun ve edepsizliğin zirveye ulaştığı bu günlerde de yine mutedil insanlara rastlamak mümkün. Mesela;
Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah’ın Şii-Sünni ihtilaflarını konusunda Suudi Arabistan'ın Ukaz gazetesine 19.10.2008 tarihinde verdiği röportajda ;
       Sayın Fadlullah sizin Şia Mezhebi’nin direklerinin bile muhalefet ettiği görüşleriniz var. Mesela Kaburga kemiğinin kırılması meselesinde belki Şia tarihinde söylenmemiş bir şey söylediniz. Şia tarihinde Emir el Müminin Ömer bin Hattab’ın Hz. Ali’nin evine zorla girerken Hz. Fatıma’nın kaburga kemiğini kapı ve duvar arasında bırakarak kırdığını idea eden rivayet kabul ediyor. Fakat siz bu rivayeti reddediyorsunuz. Bu konuyu nasıl delillendiriyorsunuz.
Ben bu olayı tarih okumalarım ve tahlillerim sırasında irdeledim. Ve gördüğüm kadarıyla bu konuda aktarılan rivayetlerin çoğu zayıf olmakla birlikte güvenilir değiller. Herhangi bir tarihi olayı ele alırken onu meydana getiren arka planı iyi araştırmamız gerekiyor ki olayın doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunabilelim.
Hz. Zehra’ya vurmak ya da şiddet uyguluma meselesi ise o dönemde pek tutarlı değil. Çünkü Hz. Zehra pek öyle kendisi üzerinden muhalefete baskı yapılabilecek bir konumda değil. Aksine o Hz. Peygamber’in kızı olması hasebiyle dönemde bütün Müslümanların saygı duyduğu birisi 
İkinci olarak. Bu olayın olduğu sırada Hz. Ali de evde. İslam kahramanı Hz. Ali’nin karısını ve aynı zamanda bu kişi Hz. Peygamber(a.s)’nin kızı, öldürmeye çalışmalarına sessiz kalması pek doğal olmaz.
Üçüncü olarak Hz. Ali evde yalnız değil. Yanında Beni Haşim’den birçok kişide vardı. Bazı rivayetlerde Zübeyir’in de evde olduğu kılıcı ile dışarıda olduğu dışarıda kılıcını kırdıkları aktarılmakta.
Başka bir noktada Mecmaül Beyan yazarı Tabersi’nin El İhticac isimli eserinde bir rivayet var. Bu rivayette Ömer’e soruyorlar neden Ali’nin evini yakmakla tehdit ettin. Ömer bunun üzerine yaptığımı gördünüz mü diyor. Yani bu konuyu iyi bir şekilde tahlil ettiğimiz de pek de tutarlı olmadığını görüyoruz.
Ayrıca biz Hz. Zehra’nın bu konuda pek konuşmadığını görüyoruz. Bazı rivayetlerde Hz. Zehra’nın hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu anlatmak için Muhacir ve Ensar’ı gezdiğini okumaktayız. Fakat hem bu sırada hem de mescitteki hutbesi sırasında bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Ama bu konudan bahsetse idi daha duygusal bir hava oluşturabilirdi. Aynı şekilde Ali’nin de bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Bu mesele sadece Ali’nin değil sahabenin de bir yönden meselesi idi.
Ve dillendirilmesi halinde büyük bir infiale neden olabilirdi. Fakat bu mesele dillendirilmedi. Bu mesel hem rivayetler acısından incelendiğinde hem de tarih usulü açısından incelendiğinde pek kabul edilebilir görünmüyor. Ben bu meselenin doğru olduğunu kabul eden birçok kişiye sordum. Herhangi biri eşini öldürmek amacıyla ona saldırsa ne yapardın? Onu Korur muydun, korumaz mıydın? Elbette eşini korur. Şimdi nasıl oluyor da İslam’ın Aslanı Ali eşini korumak için harekete geçmiyor. Bu nedenle bu mesel bana göre kabul görecek bir mesele değildir.
Sayın Fadlullah sizi izleyen Sünni ve araştırmacı ve âlimler sizin bu tarafsız tutumunuz nedeniyle sizi çok takdir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Fakat siz olaya tam bir açıklık getirmediniz. Sizce bu olay uydurmamıdır yoksa bu konuda bazı şüpheleriniz var mı?
İbni Kuteybe’nin   aktardığı üzere Ömer’in Ali’nin evini yakma tehdidinde bulunduğu yönünde sözler var. Bu akdarıda, Ali evinin önünde toplanan ve kendisine biat etmesi için yapılan baskıya karşı evinden çıkmadı. Fakat daha sonra dumanlar evinin etrafını sardıkça evden çıktı. Hafız İbrahim Umriye kasidesinde bakın ne diyor;
Ve Ömer Ali’ye şöyle diyordu,
Bilinenden daha Ekrem, duyulandan daha büyük olan,
Bak yakıyorum evini ve kalmayacağım bununla,
Sen ve Mustafa’nın kızı biat etmezse… 
Bu konuda bu ve buna benzer abartmalar var. Fakat bu konu benim için ortalamanın 
üzerinde bir araştırma yapmaya değecek bir konu değil. Ben bu söylediklerimi bir fikir olarak ortaya attım.”…
Bu muhterem zat vefat etmiştir.  Şu görülecektir ki;  günümüz Şiacıları, şia baronları  fitne ve fesat  odakları, Onun bu görüşlerini  sulandırmaya, saptırmaya çalışacaklardır. Çünkü bunun örneğini nin canlı şahidiyim.   Değiştirdiler. Değiştirmeye de devam edeceklerdir.   Çünkü Şiacıların en çok yaptığı şey budur. Ölmüş insanların adını kullanarak kitap yazmak,  Mesela İbni Kuteybe'ye mal edilen söz konusu kitabın ona ait olmadığı ispatlanmıştır. Yine Ölmüş insanlar adına onun görüşlerini değiştirmek. Mesela bugün bazı şiacılar Hüseyin Fadallah'ın yukarda zikredilen görüşlerini değiştirmeye çalışıyorlar. Bazı kaynaklarda Hüseyin Fadallah bu görüşlerinden dolayı özür dileyerek ölmüştür diyorlar. Yani bugün şiacıların bu konularda yaptığı yapacakları hiç bir şey için kimse şaşırmasın. Çünkü hakikati alabora eden dostlukları kine bürüyen, şia tarih böyle yazılmadı mı?


[1] Hadisin güvenilir kaynaklardaki metni şöyledir; “Sizin barış içinde olduğunuz kimse ile ben de barışığımdır. Sizin  harpettiğiniz kimseye ben de harp acmışımdır.”
[2] Not: «Mecma’ el-Zevaid» adlı hadis kritiği kitabı, hu hadisin isnadının zayıf olduğunu söyler. Hadis, İbn-i Mâce’nİn «Mukaddime»sinin 11. ba­bında ve Ahmed tbn-i Hanbel’in müsnedinin 1. cildinin 118-119. sayfala­rında zikredilmiştir). buyurmuştur
[3] Aşağıdaki kaynaklarda bu hadisin metni şöyledir: «Münafık kişi Ali’yi sevmez. Mii’min olan da ona buğzetmez.» Tirmizî, Kitab el-Menakıb hah, 20/Nesaî; Kitab el-İman bab, 19/Müsned-î Ahmed b. Hanbel C. 6, Sh. 292)  buyurmuştur.
[4] Şerhi Nech eI-BeIağa, İbn-i Ebil-Hadid C. 3
uzatmayız.,  İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/39-41.
[5] Taberi 5/156–157
[6] (Suyûti, Tarihu’l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177–178) Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sırma, Tarih Şuuru, Seha yayınları
[7] Tirmizi, Menâkib, 34).
[8] Kuleyni, el Kâfi c.2 s.311
[9] el-Mazenderani, Menakıbu Ali b. Ebi Talib, c.3 s. 162 .
[10] el-Amili, Mesalikul Efkam c.1
[11]İbn-i Kuteybe'nin yazdığı iddia edilen "El İmame ve's Siyase kitabı kuteybiyenin diğer kitaplarıyla tezat halindedir. Hiçbir yerde ya da kitaplarında  böyle bir eseri olduğunu yazmamıştır. Bu konuda " Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabında İbn-ül Hacer el Heytemi, Tathîr’ul Cenan’ında bu eseri şiddetle tenkid etmiş ve onun İbn-ül Kuteybe’ye ait olduğuna şüpheyle bakmışlardır. Muhibiddün el Hatip de bu kitabın kötü niyetli birileri tarafından İbnül Kuteybe’ye isnad edildiğini belirtmektedir. “Muhammed Salih Ekinci”
 [12] İfrat ve tefrit zihniyetinden kurtulamayan  V…… Sitesinde  kesip yapıştırdığı her sayfada “Allah’ım benim canımı rafizi olarak al”  cümlesini,  yayınlayan  azılı bir şii, 2010 yılındaki bir tartışmamızda  “Hüseyin Fadlullah ölmeden önce bu görüşünden vazgeçip tövbe etti” dediğine şahit oldum.!
[13] Hatta aynı kişi bulunduğu savurma makamında bu gazetede yayınlanan bu metinlere inanmayız demişti. Ne garip değil mi. İmam sayılan bu zat ölmeden önce bir gazeteyle röportaj yapacak, yayınlandıktan sonra onu okumayacak, ya da onu sevenler o yayından ona söz edemeyecek!
      [14] http://velayetcom.blogspot.com/2011/11/el-imame-ves-siyasenin-ibn-kuteybeye.html a


SAHABEYE SALDIRMAK ADİL Mİ?




 Sahabe; Müslümanların gözünde vahye muhatap olan bir peygamber değil,   masum da değildirler. Onlar; cahil ve  azgın bir topluluğun içinde canavarlaşan fertler iken, güzel peygamberimiz Hz Muhammed’den etkilenip islamı kabul eden, 23 yıl boyunca yavaş yavaş kötü adetlerinden uzaklaşan, Hz Peygamberin talebeleri, gözdeleri, sevgilileri, arkadaşlarıdır.   Onlar; hata yapıp sonra tevbe edip, bir merhale katlettikten sonra yine hata yapıp iki kez tövbe edip, iki üç merhale katledip belli bir süreçte kademe kademe olgunlaşan ve resule layık olmaya çalışanlardır. Sahabe hata yapan bir toplum olmasaydı, bugün bir çok şeyin hata olduğunu öğrenemeyecektik. Onların yanlışları üzere gelen uyarı ayetleri bizlere neyin hata, neyin çirkinlik, neyin güzellik olduğunu onlar üzerinden bizlere de ulaştırılmıştır.
İnsanın fıtratına yüce Rab; hem iyilik yapma hem de kötülük yapmaya muktedir olacak yeteneği vermiştir. Buna ilaveten bunu kullanacak bir de irade vermiştir. Bu irada ile fıtratta olan iyiliği yada kötülüğü tercih etme iradesini insana teslim etmiştir. Bunu kullanmak insana bırakılmıştır ki imtihan olsun. Durum böyle olunca insanın olduğu yerde hem iyilik olur, hemde kötülük. Sahabe de insan olduğu için bu gelgitleri yaşamış olmalıdırlar. Görülen kadarıyla onların fıtratlarındaki iyilikleri daha fazlasıyla yaşamış olduklarını göstermektedir.  O zor şartlarda tevhidi kabullenmenin  imkansız olduğu bir sürecte hayatları, malları, evlatları pahasına bu mücadelenin içine girmek her babayiğidin harcı değildir. Onların bu kadar güzel yönleri varken zaman zaman düşülen zaafları büyüterek, o zaaflar üzerinden düşmanı bir boyut üretmek asla islamın istediği bir şey değildir. Bizler siyer, rivayet ve israiliyat anlayışından arınarak Kuran'a yöneldiğimizde göreceğiz ki , insanların hataları ile kişiliklerini yok etmek  asla doğru değildir.
Bir kısmımızın sahabeyi aşır yüceltmeye, diğer bir kısmımızın ehlibeyti aşırı yüceltmeye girişmesi onları yarışır vaziyete sokmamız asla doğru değildir. Bu görüşlere dini bir boyut kazandırmak ise, asla Kuran'ın istediği bir şey değildir. Sonuçta bu görüşlerin kölesi durumuna düşen anlayışlar, Kuran'ı anlamlandırmada bile  bu militanlığı yaşamakta, Kuran ın anlamını saptırmaktalar. Kendi mezhebi görüşlerini Kuran'ın Görüşleriymiş gibi yansıtabilmekte zerre kadar beis görmemektedirler. Bu ne büyük bir cinayettir.
Sonuc itibariyle geldiğimiz noktada;  üc halife şehit edilmiştir. Peygamberimizin eşi iftiralara uğramıştır. Torunları katledilmiştir.  Savaşlar çıkmış yaklaşık yüz bin Müslüman bir başka Müslümanın kılıçlarıyla katledilmiştir. Bu yetmemiş gibi hala neyin savaşını veriyoruz. Zaten bu yaşanılanlar bir fitne ürünü iken hala fitneyi canlı tutmanın anlamı nedir.

Bu hareketlerin başlangıcında ve devamında her zaman iyi niyet aramak abesle iştigaldir. Kaynaklara indiğimizde göreceğiz ki, bu fitneyi canlı tutmak için çok yalanlar söylenmiş, uydurulmuş bu ifadeler  iki tarafın muteber kitaplarına kadar girmiştir.  Allah ın kitabına yönelik  şüpheye düşürülecek sözler bile her iki mezhepte  hadis diye ifade edilir olmuştur.[1]
Resullulahı yakından gören onun her türlü söz ve davranışlarını izleyen onu gelecek nesillere taşıyan,  HZ peygamberin sevdiği en güzel kuşak olarak nitelediği bir zümreye düşmanlık besleyenlerin neyi amaçladığı bilinir de, bugün; inancından hiç kuşku duyulmayacak bir neslin, eski kalıntı dinozorlaşmış anlayışları aşamayıp  onların diliyle konuşmayı sürdürmesini doğrusu anlaşılır gibi değildir.


 Kaldı ki Yüce Rabbim; Tevbe süresinde Ashâb-ı kirâmdan razı olduğunu ve onlar için ebedi nimetler, saadetler hazırladığını şöyle beyan ediyor:

“Muhacirlerden ve Ensardan İslam’a girmekte ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tâbi olanlar… Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara altlarından nehirler akan Cennetler hazırladı ki, içlerinde sonsuz kalacaklar. İşte büyük kurtuluş bu.” (Tevbe Sûresi, 100)
Acaba bu ayet hiç mi bir şey çağrıştırmıyor?. Bu ayette anlam kaydırması yapanlar, başka anlamları yamamaya çalışanların var olduğu bir vakıa. Bunlar böyle yaptı diye yüce Allah  haşa  fikrinden  mi cayacak.!..?
Yine aynı sürede Cenâb-ı Hak sahabe-i Kirâmı överek onların İslâm uğrunda can ve mallarıyla cihat ettiklerini ifade ediyor ve kendilerini hayır ve ihsan ile şöyle müjdeliyor:

“Lâkin peygamber ve emrindeki müminler mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. Bunları görüyor musun, bütün hayırlar işte onlar içindir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir. Allah onlara altından nehirler akan Cennetler hazırladı. İçlerinde sonsuza dek kalacaklar. İşte o büyük kurtuluş budur.” (Tevbe Sûresi, 88-89)
Tevbe suresinin 40. ayetinde buyruluyor ki:
(Eğer siz ona (Resulullaha) yardım etmezseniz (ne önemi olur ki); ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına [Ebu Bekir’e] üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.)
Bu ayette, Allah, Hz. Ebu Bekir’in, Resulullahın sahibi yani arkadaşı olduğu bildiriliyor. Ayette sahibini (Onun arkadaşı) diye geçiyor. Eshab, arkadaşlar demektir. Demek ki Hz. Ebu Bekir’in sahabiden olduğu âyetle sabittir.
Meseleye mezhebimizin dediği yerden değil de Allah’ın bak dediği yerden bakarsak  Allah’ın görmenizi istediği şeyi görürsünüz. Aksi halde Allah’ın ayetlerini bırakır da  Kerbela hadisesinden  yüz yıl sonra Sıffın savaşı ile ilgi en çok kaynak gösterilen ve  yalancı olduğu bilinen  azılı şii Ebu Muhannef ile yine,    Sahabe ile ilgili en çok rivayet eden sahabe düşmanı olarak bilinen etrafta yalancılığı ile nam salan ve azılı bir şii olan Hişam bin Muhammed bin es Saib el Kelbi ‘nin  rivayetlerine itibar edersek hak ve hakikatten uzaklaşmış oluruz. Dini refaranslarımızı oluştururken değişmeyen kaynak Kuran dururken yalan söyleyen kurgulanmış tarih uyduranların sözlerine bakarsak halimiz haraptır.

İslam Alimleri Hz Peygamberin hakiki  söz ve fiilerini toparlamakla  meşgulken, o tarakta bezi olmayan bu yalancılar  dedikodu, yalan, iftira  icerikli bozguncu anlayışları üretmiş, üretenlere de   yardım ve yataklık etmişlerdir.

Bir iki adım sonrası Siyer kitabı yazma ve toparlama çalışmalarında bulunan iyi niyetli kimselerin ellerinde  tarih konusunda kullanabilecekleri fazla bir bilgi olmaması nedeniyle  bu iki yalancıdan gelen kaynaklara itibar etmek zorunda kalmış ve kitaplarına almışlardır.  

Bu yalancıları baz alarak doğru veya yanlış Sahabe ile ilgili zanda bulunmak, onların gıybetini etmek, küfür etmek, İslama ne  kazandırır?  Kaldı ki bu davranışlar  ölmüş veya yaşayanlar için  bütünüyle Allahın yasakladığı şeydir.
HZ Peygamberimizin  Ehlibeyti Allah’ın sevgileri ve evliyalarıdır. (Bu kavramı bizler Kuran’ın anlattığı gibi geniş anlamda anlarız. Alan daraltması yapmayız.) Her insanın üstün özelliklerinin övülmesi gibi, Hz Peygamber farklı ortamlarda yanlış anlaşılan, yanlış bilinen ortamlarda  bu güzel insanları savunmuş ve övmüştür. Bu övgü onların hak ettiği bir şeydir. zaten bundan kimse rahatsız olamaz, olmazda. Onlar bütün İslam aleminin sevgilileri.  Sahabe sayılan çürük elmaların yüzünden mallarını canlarını feda etmiş bedel ödemiş insanlarla  ilgili de kötü düşünmek kimseye bir şey kazandırmaz. Fitne ve fesattan başka. Bunun karşılğı da öbür tarafta mutlaka görülecektir.



[1] CEBRAIL’IN ayettir 17.000 Kuran, getirdiği Muhammed’e hz.( Kuleyni el Kafi, c.1 s.463 ), (Kuleyni, Kafi, c. 1, s. 339341), (Kuleyni, elKafi, c.8 sç125 ).,
ElKummi elHısal, s. 83), Muhsin elKaşi, EsSafi 6. Mukaddime s),
(etTabersi, elİhticac, s.70), Kuleyni, elKafi, c.2 s.633). EtTabersi, elİhticac, s. 223).