ALLAH'IN DİNİNEMİ İNAMACAĞIZ YOKSA SÜNNİ VEYA ŞİA GELENEĞİNİN DİNİNE Mİ!!.. Akledin ve inceleyin göreceksiniz ki, geleneğin dini Allah'ın dininden kopmuş durumdadır.
23 Kasım 2011 Çarşamba
1989 yılından beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe, bu sürecin Türkiye’deki uzantılarını takip ettikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu sürecin yönetimi ve uzantılarındaki hedef islamın muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende. Yanılma payımı yok etmek ya da en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine, hadis, tefsir ve tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla Şiilerin Kuran’a bakışı öncelikli olarak kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıkları en dikkate değer bir olgudur. Yine bu paralel de uydurulan binlerce hadis gözden kaçmamaktadır. Şia inancında boşluk bırakmamak adına, üç alanda (Tevsir/Hadis/Tarih) bir birini tamamlamak üzere ilmek ilmek örüldüğünü görüyorsunuz. Kurgulanmış tarihlerine delil bulmak için KURAN’ tevil ettiklerini, yani ayetlerin nuzul sebebi ile uydurdukları tarih arasında bir bağ kurarak Kuran ın anlaşılmasında anlam kaydırması gerçekleştirdiklerini buna uygun da hadis uydurulduğunu mezhepsel yaklaşımlarda görebilirsiniz.
Bir başka boyutuyla uydurulan hadislerle, Kuranı yorumlayıp buna uygun tarihin kurgulandığını da gayet net bir şekilde görmek mümkündür.
Ne olursa olsun kutsal değerleri amacı dışına taşıyarak inançları lehine bir görüş çıkarma gayretleri hangi taraf acısından olursa olsun çok aşırıdır. Bu kurgulamalar bir birinden farklı düşünen Şiiler tarafından farklı ortamlarda yapılması sonucunda bir birinden çok farklı şii inanç akideleri meydana getirmiştir ..
İmametin farz olduğuna inanan çoğu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir.
Herkes kendi imamının hakiki imam olduğu konusunda da bir sürü arguman üretmiş görünmektedir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. İşte islamı bilmeyen Müslümanların önündeki derin tehlike!
Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere bu konulardaki araştırma metinleri ile diyaloga girmek istedim. İyi karşılanmayacağımı biliyordum ancak çok büyük hakaretlerle muhatap olacağımı da hiç düşünmemiştim. Ne seleficiliğim, ne Vehbiliğim, ne de kâfirliğim kaldı!.
Oysa benim amacım başkalarının inançlarına saldırmak değil. Bel altı yapmadan doğruları saptırmadan, delil diye ortaya konulan şeylerin bütün yönleriyle ele alınarak doğruları tespit etmek kimin yanlış ya da eksikleri varsa bunu bir şekilde tamamlayarak vahdete bir adım yaklaşmaktı. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres de vermiyorum. Çünkü taassubun gözleri o kadar kör ki, karşısındakinin söylediği yüz de yüz doğru olsa bile doğrunun geldiği yer kendisi gibi değilse reddediliyor. Bütün bunlara bakıldığında bir adreste buluşmak pek mümkün görünmese bile en azından ifrat ve tefritten uzak kalınarak daha makul olmak,tekfir etmemek o kadar zor mu?
Kuran'ı merkeze alarak tüm geleneğe göz atabilmek müslümanlar için en doğru yol gibi geliyor. Çünkü uydurmalar her cenahta olduğundan binlerce kat fazla. Meseleler bakışta bu uydurmalar ön plana cıkartıldığından uzlaşmak mümkün değil. Her kesim uydurmalarına da kılıf hazırlamış görünüyor. Kimse kendi kalesine gol attırmak istemiyor. Oysa İslamın değişmez kaynağı Kuran kendisi için acık ve acıklayıcı kitaptır diyor. Orada her şeyin acık yazıldığı ifade ediliyor. Ancak iki tarafta bunun önünü kapatmak için Kuran anlaşılmaz kitaptır tezini taraftarlarına inandırmış durumda. Öyle olunca Kuran hatim kitabı sevap kitabı, ölü kitabı durumuna düşmüş gözükmekte.
Mezheplerde yeniden Kuran ölcüsünde gözden gecirilmeldir. Cünkü her mezhep kendi toplumunun kültürü, ihtiyacları ve icra edildiği zamanın sorunlarına cevap teşkil edecek şekilde kurumsallamış, üzerinden zaman geçtikce ilavelerle bugüne kadar gelmiş yamalı bohca gibi olmuştur. Dolayısıyla tarihte olan mevzi bir olay için alınan fetva, islamın aslıymış ve geneli ifade ediyormuş gibi algılanıyor. İnsanlar bunun üzerinden kavga ediyor. Bugün mezhep din yerine konulmuş hatta dinin önüne geçmiş durumdadır. Bir insana en büyük hakaret sözcüğü mezhepsizlikle ifade edilir olmuştur.
Kuran'daki Ehlibeyt Kavramı ve Farklı Algılamalar
Ehl-i beyt kavramı; Kurân’da İslâm öncesi Arapların
örfüne uygun bir anlam çerçevesi içinde kullanılan bu kavramdır. İslâmî
terminolojideki hilafet, imamet, ismet, ulul-emr vb. Birçok kavramın anlam
hayatında da görüldüğü üzere Şîa ve Ehl-i sünnet arasındaki kadim çekişmenin
tezahürü olarak siyasî bir içerik kazanmıştır.
Bu kelime Kuran’da üç farklı yerde geçmektedir. Hûd Suresi [1] ayetinde Hz. İbrahim’in (as) eşi ehlibeyt olarak tanımlanmıştır. Kasas Suresi [2] ayetinde de Hz. Musa’nın ailesinden ehlibeyt olarak bahsedilmiştir. Bir de Ahzap suresi[3]
Bu kelime Kuran’da üç farklı yerde geçmektedir. Hûd Suresi [1] ayetinde Hz. İbrahim’in (as) eşi ehlibeyt olarak tanımlanmıştır. Kasas Suresi [2] ayetinde de Hz. Musa’nın ailesinden ehlibeyt olarak bahsedilmiştir. Bir de Ahzap suresi[3]
Bu ayetlere Şiî ve
Sünnî müfessirlerin görüş ve düşüncelerinden yola çıkılarak bakıldığında bu
kelimenin ne anlamlara gelebileceği bize bir malumat verecektir.
Ehl-i beyt, Arapça ehl ve beyt kelimelerinden
oluşmuş bir terkiptir. Ehl (Çoğulu: ehâl, âhâl, ehlûn, ehlât) kelimesinin fiil
kalıbındaki çeşitli müştakları cana yakın olmak, bir yerde meskun bulunmak,
uygun ya da müsait olmak, lâyık/liyâkatli olmak, bir şeyi hak etmek, bir şeye
imkan tanımak, mümkün kılmak, hoş karşılamak, evlenmek gibi anlamlar içerir.
Müzekker bir kelime olan ehl ise aile, yakın akraba, eş, zevce, ahali,
taraftar, bir yerde yaşayan, bir şeye lâyık olan gibi manalara gelir. [4]
Kelime nispet edildiği şeye göre farklı bir anlam
kazanır. Sözgelimi, ehlür-racul terkibi, bir erkeğin başta hanımı olmak üzere
aynı çatı altında yaşadığı diğer aile fertlerine delâlet eder. Kelime herhangi
bir ülke ismiyle kullanıldığında o ülkenin insanlarına, bir din veya mezhep
adına izafetle kullanıldığında o din veya mezhebin mensuplarına, bir meslek
ismiyle birlikte kullanıldığında da söz konusu mesleğin erbabına işaret eder.
Peygamberlere izafe edildiğinde ise onların getirdikleri ilâhî mesaja kulak veren
müminler topluluğuna (ümmet) delâlet eder. Nitekim Hûd Suresi 11/45-46.
ayetlerde Hz.Nûhun, Ey rabbim! Oğlum benim ehlimdendir. Çağrısına, aynı dine ya
da inanç sistemine mensup olmamak manasında, [Hayır], o senin ehlinden
değildir. diye karşılık verilmiş ve bu kullanımda kelimeye dinî-ahlâkî bir
anlam yüklenmiştir. [5]Fîrûzâbâdî
(ö. 817/1415) ehl lafzının Kurânda on ayrı anlamda (vech) kullanıldığını
söyledikten sonra bunlar arasında; bir beldenin sakinleri, Tevrat ve İncil
okurları (Ehl-i Kitap), mal-mülk sahibi, kabile ve yakın akraba, ümmet, ıtret,
aşiret, eş, çocuk ve torun gibi manaları zikretmiştir.[6]
Bir telakkiye göre âl kelimesi de ehl kökünden
türetilmiştir (maklûb). Sözlükte bir şeyin kendisi, serap ve taraf gibi
anlamlar içeren âl, aynı zamanda aile, akraba, dost ve yakın arkadaş, dindaş
gibi manalar da taşır ve bu son gruptaki manalar cihetinden ehl kelimesinin
müteradifi sayılabilir. [7]
Bununla birlikte, iki kelimeyi birbirinden farklı kılan bazı nüanslar da mevcuttur. Ebû Hilâl el-Askerînin (ö. 400/1009dan sonra) belirttiğine göre ehl kelimesi hem nesep, hem de bir yere mahsus olma (ihtisas) anlamında kullanılır. Örneğin, ehlür-racul terkibi bir kimsenin akrabasına, ehlül-basra ve ehlül-ilm gibi terkipler ise bir yere ve zümreye mensubiyeti ifade eder. Buna karşılık âl lafzı, bir kimsenin yalnızca yakın akraba ve arkadaş çevresine delâlet eder. Bu yüzden, kişinin ailesi ve dostları için âlur-racul demek câiz olduğu halde, Basralı anlamında âlul-basra, yahut ilim erbabı anlamında âlul-ilm tabiri kullanılmaz. [8] Beyt (çoğulu: ebyât, buyût, ebâyît, buyûtât) lafzına gelince; sözlükte ev, mesken, çadır, kabuk, kılıf, onur, şiîr dizesi, kabir gibi anlamları bulunan bu lafız,[9] Fîrûzâbâdînin tespitine göre Kurânda menzil/mesken, eşlerin evleri, mescit, Kabe, Peygamberin odaları, nübüvvet evi, hapishane, arı kovanı, hayvan derisinden yapılmış çadır vb. on beş ayrı manada kullanılmıştır. [10] En yalın ve yaygın anlamıyla hane halkına (aile) tekabül eden Ehl-i beyt lafzı, ev sahibinin yanı sıra eş, çocuk, torun ve yakın akrabayı da kapsar. Câhiliye devri Arap toplumunda kabilenin hakim ailesini ifade eden Ehl-i beyt, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz.Peygamberin ailesi ve soyu anlamında kullanılagelen bir terim olmuştur. Şiî kaynaklarda Ehl-i beyt yerine ıtre kelimesi de kullanılmıştır.[11]
Bununla birlikte, iki kelimeyi birbirinden farklı kılan bazı nüanslar da mevcuttur. Ebû Hilâl el-Askerînin (ö. 400/1009dan sonra) belirttiğine göre ehl kelimesi hem nesep, hem de bir yere mahsus olma (ihtisas) anlamında kullanılır. Örneğin, ehlür-racul terkibi bir kimsenin akrabasına, ehlül-basra ve ehlül-ilm gibi terkipler ise bir yere ve zümreye mensubiyeti ifade eder. Buna karşılık âl lafzı, bir kimsenin yalnızca yakın akraba ve arkadaş çevresine delâlet eder. Bu yüzden, kişinin ailesi ve dostları için âlur-racul demek câiz olduğu halde, Basralı anlamında âlul-basra, yahut ilim erbabı anlamında âlul-ilm tabiri kullanılmaz. [8] Beyt (çoğulu: ebyât, buyût, ebâyît, buyûtât) lafzına gelince; sözlükte ev, mesken, çadır, kabuk, kılıf, onur, şiîr dizesi, kabir gibi anlamları bulunan bu lafız,[9] Fîrûzâbâdînin tespitine göre Kurânda menzil/mesken, eşlerin evleri, mescit, Kabe, Peygamberin odaları, nübüvvet evi, hapishane, arı kovanı, hayvan derisinden yapılmış çadır vb. on beş ayrı manada kullanılmıştır. [10] En yalın ve yaygın anlamıyla hane halkına (aile) tekabül eden Ehl-i beyt lafzı, ev sahibinin yanı sıra eş, çocuk, torun ve yakın akrabayı da kapsar. Câhiliye devri Arap toplumunda kabilenin hakim ailesini ifade eden Ehl-i beyt, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz.Peygamberin ailesi ve soyu anlamında kullanılagelen bir terim olmuştur. Şiî kaynaklarda Ehl-i beyt yerine ıtre kelimesi de kullanılmıştır.[11]
Ehl-i beyt (Ehlül-beyt) kavramı/tabiri Kurânda üç
kez geçer. Mushaf tertibinde bu kavramın/tabirin zikredildiği ilk ayette (Hûd
11/73) meleklerin dilinden Hz.İbrahimin hanımına, Allahın dilediği işi
gerçekleştirmesini mi yadırgıyorsun? Allahın rahmet ve bereketi sizin üzerinize
olsun ey hane halkı! diye hitap edilmiştir. İkinci ayette (Kasas 28/12),
Hz.Musanın ablasının Firavun hanedanına, Size onun bakımını üstlenecek bir aile
göstereyim mi? diye bir teklifte bulunduğu bildirilmiştir. Bu çalışmanın
mihverini oluşturan üçüncü ayette ise (Ahzâb 33/33), Ey Ehl-i beyt! Allah
sizden her türlü manevî kiri (Ayetteki rics terimini Kâdî Beyzâvî ve Nesefînin, Rics istiâre yoluyla
günah anlamına gelir tarzındaki açıklamalarına dayanarak manevî kir şeklinde
karşılamayı uygun gördük. Her türlü kaydını ise kelimenin başındaki elif-lam
takısını istiğrak manasına hamleden görüşe istinaden ekledik.[12]*
gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Denilmiştir.
Görüldüğü gibi Ehl-i beyt tabiri Hûd Suresi 11/73. ayette aile anlamında kullanılmıştır. Ayetin Hz.İbrahimin hanımına hitapla başlamış olması, Ehl-i beytin sadece onun hanımından ibaret olduğunu değil; aynı zamanda hanımıyla birlikte diğer aile efradını kapsadığını da gösterir. Nitekim bazı Sünnî müfessirler bu ayeti, Hz.Peygamberin Ehl-i beytine hanımlarının da dahil edilmesi gerektiği fikrine delil göstermişlerdir.[13] Kasas Suresi 28/12. ayetin özelde Hz.Musanın annesine, genelde diğer aile fertlerine delâlet ettiği ise izahtan varestedir.
Görüldüğü gibi Ehl-i beyt tabiri Hûd Suresi 11/73. ayette aile anlamında kullanılmıştır. Ayetin Hz.İbrahimin hanımına hitapla başlamış olması, Ehl-i beytin sadece onun hanımından ibaret olduğunu değil; aynı zamanda hanımıyla birlikte diğer aile efradını kapsadığını da gösterir. Nitekim bazı Sünnî müfessirler bu ayeti, Hz.Peygamberin Ehl-i beytine hanımlarının da dahil edilmesi gerektiği fikrine delil göstermişlerdir.[13] Kasas Suresi 28/12. ayetin özelde Hz.Musanın annesine, genelde diğer aile fertlerine delâlet ettiği ise izahtan varestedir.
Ahzâb 33/33. ayete gelince,. …”Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi gibi
süslenip kırıtmayın. Namazı kılın. Zekâtı verin. ALLAH’A ve elçisine itaat
edin. Ey ehlibeyt! ALLAH sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak istiyor”.
Kuran’daki bu kelimenin
geçtiği üç örnekten de görüleceği üzere, bu kelimenin tam karşılığı çekirdek
ailedir. Bu kavram hiçbir surette Hz. Ali, Hasan, Hüseyin kapsamaz. Hatta Fatma
annemiz de evlendikten sonra Muhammet (sav) ehlibeytinden çıkıp Ali ehlibeytine
girmiştir. (33/33) ayetinin öncesi ve sonrası tamamen peygamberimizin eşlerine
matuftur. Ayşe annemiz ve Hz Peygamberimizin diğer hanımları ayette
belirtildiği üzere ehlibeytten olmasına karşın, Dinin intikal ve muhafazasının
emanet edildiği Ali ve evlatları özel manada ehlibeytten sayılmıştır. Hz
Peygamberimiz abasının altına alarak “ehlibeytimdir” diyerek dua ettiği
Ali, fatıma, Hasan, Hüseyin dört kişi bunlardandır.
Bu Ayette ehlibeyt
kelimesinden sonra gelen (ankum ve yutahhirukum) kelimeleri müzekker (eril) çekimlenmiştir.
Bundan dolayı bazı Şii âlimler usta işi bir yorum yaparak, bu ayette
kastedilenler yalnızca peygamberin eşleri olsaydı bu iki kelime müennes
gelmeliydi demektedirler. Dolayısıyla bu kavrama Ali, Hasan ve Hüseyin de dâhildir
diyerek bir kurnazlıkla bu kavramdan peygamberin eşlerini çıkartıyorlar.
Ancak, bu yorumları,
hem Arap dili kavaidi hem de tarihsel realitelerle çelişmektedir. Arap dilinde
kelimeler, eril ve dişil olarak çekimlenirler. Bu çoğulda da tekilde de bu
şekildedir. Lakin galibiyet kuralı gereği, bir toplulukta 7000 kadın ve
yalnızca bir erkek varsa bu topluluktan eril olarak bahsedilir. Hatta gramatik
olarak bir erkeğin bulunduğu şüpheli bile olsa müzekker kullanılmalıdır. Ayrıca
“Ehlibeyt” kavram olarak eril bir kavramdır. Çünkü bir aile kadın ve erkekten
oluşur. Kadın ve erkeğin topluluk ismi olarak kullanılması istisnasız Arap
dilinde eril olarak geçmektedir. Aynı durum yukarda da bahsedildiği üzere (11:73) ve (28:12) ayetindeki ehlibeyt
kelimelerinin kullanımında da görülür. (11:73) ayetinde Hz. İbrahim’in eşinden
hitaben ehlibeyt kelimesi kullanılmış ardından da (aleykum) harfi ceri
gelmiştir. Bu kelime de müzekkerdir. Oysaki o dönemde Hz. İbrahim’in çocuğu
yoktu. Melekler kendisine çocuk müjdesi veriyorlardı. İbrahim’in ehlibeyti tek
bir kadından oluşuyor olsa bile hem eril hem çoğul siga ile gelmiştir. Çünkü
ehlibeyt kelimesi içerisinde erilliği ve çoğulluğu barındırmaktadır. Benzer
durum (28:12) ayetinde de mevcuttur. Bu ayette Musa’nın (as) annesine tekrar
sütanne olarak dönüşü anlatılıyor. Anne, tek ve dişil olmasına rağmen ehlibeyt
kelimesinden sonra (yekfuluunehu) “ona kefil olsunlar” fiili hem çoğul hem de
eril çekimlidir.
Ek olarak, tarihsel
olarak da Resulullah’ın ehlibeyti yalnızca kadınlardan oluşmuyordu.
Peygamberimizin Kasım, Abdullah, İbrahim adlarında üç tane de oğlu
olmuştur. Bu oğullar da Muhammet (asvs) ehlibeytinin mensuplarıdır. İlk
ikisi bu ayetin indiği dönemde hayatta değilse de üçüncüsü bu dönemlerde
yaşamaktaydı. Tek bir erkek bile olsa galibiyet kuralı gereği bu topluluk müzekker
anılmıştır. İbrahim, bu ayet indiği zaman yaşamıyordu yahut ölmüştü diye
söylenebilir. İbrahim öyle ya da böyle bir şekilde ehlibeytin üyesidir. Eğer
doğmamışsa bile geleceği bilen Rabbimiz, Kuran’da bir çelişki olmasın diye onu
da hesaba katarak ifadeyi müzekker kullanmıştır. Çünkü bu ayette ehlibeytten
müennes bahsedilip sonra İbrahim doğarsa bu, her satırı mucize olan Kuran’ın
icazını bir çırpıda yıkar.
Kuran’da ki ehlibeyt
kavramıyla kendi kurguladıkları ehlibeyt halkasının bir biriyle örtüşmemesi
üzerine, ne yazık ki ehlibeyt kelimesi Kuran’da kullanıldığı manadan tamamen
saptırılmıştır. Ehlibeyt kelimesini yalnızca Ali nesliyle sınırlandırılarak
alan daraltması yapılmıştır.
Şiiler, peygamberimizin
eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını kasteden Ayetteki ehlibeyt
kavramından önce Hz. Muhammet’in eşlerini, sonra duruma ve koşullara göre bu
kavramdan anlaşılan bütün herkesi çıkartarak, en sonunda ise Hasan’ın soyu ile Hz Hüseyin’in diğer hanımlarından olma
“Ömer” ismindeki muhterem kişi ve neslini de devreden çıkarttıklarını görüyoruz.
Bu kavramın içinde
sadece Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek temsilcisi olarak
kalmıştır. Ama bununla da kalınmamış yine bu atanın evlatlarından adını
kullanamadıkları Peygamber torunlarını da dışlamayı ihmal etmemişlerdir. Destekliyor
görünümündeki kimselere de en zor
günlerinde destek olunmamış kendi taraftarlarınca arkadan vurulmuşlardır. Tıpkı
Hz Ali, Hz Hasan, Hz Hüseyin’e yaptıkları gibi….! İşte bu operasyonun delili;
“... Abdurrahim b. Revh
el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed Bâkır): “Peygamber
müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba
olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” (33:6) ayeti
kimin hakkında indi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında
inmiştir. Bu ayet, Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya
konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan
oluşan diğer Müslümanlardan daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının
bunda bir payları var mıdır?” “Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir
payları var mıdır?” diye sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının
bütün boylarını saydım.” hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada
Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey
Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”[14]
Oysa bu ayetlerde (33:28-34) özelde peygamberimizin eşlerine
öğütler verse de genelde tüm mümin kadınlara seslenilmektedir. Bu
ayetin en önemli anlaşılması gereken
hususu zımnen, bu emirler sizi eve kapatıp köleleştirmek için değil, çevreden
size bulaşacak pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak içindir deniliyor. Bu
açıkça bir inşa cümlesidir. Eğer bu denilenleri yaparsanız size pislik bulaşmaz
denilmesine rağmen, Ayetlerden delil bulma
gayretinde olanlar, zerdüşlük inancı esaslarından olan, kralın tanrı adına hüküm koyma ve kaldırma yetkisi
ile her alanda güçlü ve masum olması prensibini, İslam inancına yamadıktan
sonra bu ayeti amaçlarına hizmet edecek
bir yapıda bularak, ayeti yanlış tevil
ederek esas anlamından saptırarak “ALLAH sizi tertemiz günahsız yaptı.” Ya
çevirmişlerdir. Söz konusu ayeti bu şekilde anlayan yani İmama masumiyet ilkesinin
getirilmesi şii fırkalarının
bütününde mevcut değildir. Sadece fars
medeniyeti etkisinde kalan Şiilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan kitlede
mevcuttur.
İşletilen bu metod, söz
konusu akide sahiplerinin en çok
başvurduğu bir metottur. Oysa,
Kuran’daki kavramların bağlarından kopartarak anlamlarını kaydırmak Kuran’ı
tahrif etmenin birinici aşamasıdır. Ehlibeyt kavramında da yapılan şey aynıdır
Efendimizin dünyasındaki ehlibeyti anlamaya
çalışırsak bir genel anlamda bir de özel anlamda Ehlibeytin kullanıldığını görürüz. Kuran’ın ifade
ettiği ehlibeytten sonra, özel anlamdaki ehlibeyt kavramının içine Hz
Peygamberimizin kızı damadı ve torunlarının girdiği muhakkaktır. Onları
abasının altına alarak dua buyurmuş, ayrıca Onlara iyi davranılmasını isteyerek
müminlere emanet etmiştir. “Size kendimden sonra Allah’ın kitabı ile birlikte
birde Ehli Beytimi bırakıyorum. Allah’tan korkun ve Ehli Beytime sahip çıkın.
Allah’tan korkun ve Ehli Beytime sahip çıkın.” Demiştir.
Yine Hz
Peygamberimiz; Selman Farisi, Abdullah
ibni selam ve Abdullah ibni Mesud’u da ehlibeytinden saymıştır.
[1] 11:73
[2] 28:12
[3] (33. 33)
[4] [Cemâluddîn
İbn Manzûr, Lisânül-arab, Beyrut 1990, XI. 28-32.]
[5] [ Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî
ğarîbil-kurân, İstanbul 1986, s. 36; Ebül-Kâsım ez-Zemahşerî, Esâsül- belâğa, Beyrut 1989, s. 25-26; Ebül-Bekâ
el-Kefevî, el-Külliyyât, Beyrut 1993, s. 210 ]
[6] [ Mecduddîn el-Fîrûzâbâdî, Basâiru zevit-temyîz, Beyrut
trz., II. 83-84.]
[7] [ Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 37-38.
Kelimenin kökeni ve ne mânaya geldiğine dair geniş bilgi için bkz. Ebû Abdillâh el-Kurtubî, el-Câmi
ahkâmil-kurân, Beyrut 1988, I. 260-261.]
[8] [ Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûk fil-luğa,
Beyrut 2000, s. 315.]
[9] İbn Manzûr,
Lisânül-arab, II. 14-15; Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcul-arûs, Küveyt 1986, IV.
456-467.]
[10] [ Fîrûzâbâdî, Basâiru zevit-temyîz, II. 196-197.]
[11] .[ Mustafa Öz, Ehl-i beyt, DİA, İstanbul 1994, X. 498.]
[12] Kâdî el-Beydâvî, Envârut-tenzîl ve
esrârut-tevîl, İstanbul trz., II. 245; Ebül-Berekât en-Nesefî, Medârikut-tenzîl
ve hakâikut-tevîl, Beyrut 1988, III. 303; Şihâbuddîn el-Âlûsî, Rûhul-meânî,
Beyrut 1994, XXII. 18.
[13] [ Bkz. Kurtubî, el-Câmi, IX. 48.]
[14] (Kuleyni, El Kâfi, hadis no:753)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)