23 Kasım 2011 Çarşamba




1989 yılından beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe, bu sürecin Türkiye’deki uzantılarını takip ettikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu sürecin yönetimi ve uzantılarındaki hedef islamın muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende. Yanılma payımı yok etmek ya da en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine, hadis, tefsir ve tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla Şiilerin Kuran’a bakışı öncelikli olarak kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıkları en dikkate değer bir olgudur. Yine bu paralel de uydurulan binlerce hadis gözden kaçmamaktadır. Şia inancında boşluk bırakmamak adına, üç alanda  (Tevsir/Hadis/Tarih)   bir birini tamamlamak üzere ilmek ilmek örüldüğünü görüyorsunuz. Kurgulanmış tarihlerine delil bulmak için KURAN’ tevil ettiklerini, yani ayetlerin nuzul sebebi ile  uydurdukları tarih arasında bir bağ kurarak Kuran ın anlaşılmasında anlam  kaydırması gerçekleştirdiklerini buna uygun da  hadis uydurulduğunu mezhepsel yaklaşımlarda görebilirsiniz.
 Bir başka boyutuyla uydurulan hadislerle,  Kuranı yorumlayıp buna uygun  tarihin kurgulandığını da gayet net bir şekilde görmek mümkündür.
 Ne olursa olsun kutsal değerleri amacı dışına taşıyarak inançları lehine bir görüş çıkarma gayretleri hangi taraf acısından olursa olsun çok aşırıdır. Bu kurgulamalar bir birinden farklı düşünen Şiiler tarafından farklı ortamlarda yapılması sonucunda bir birinden çok farklı şii inanç akideleri meydana getirmiştir ..
 İmametin farz olduğuna inanan çoğu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir.
 Herkes kendi imamının hakiki imam olduğu konusunda da bir sürü arguman üretmiş görünmektedir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. İşte islamı bilmeyen Müslümanların önündeki derin tehlike!

Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere bu konulardaki araştırma metinleri ile diyaloga girmek istedim. İyi karşılanmayacağımı biliyordum ancak çok büyük hakaretlerle muhatap olacağımı da hiç düşünmemiştim. Ne seleficiliğim, ne Vehbiliğim, ne de kâfirliğim kaldı!.
Oysa benim amacım başkalarının inançlarına saldırmak değil. Bel altı yapmadan doğruları saptırmadan, delil diye ortaya konulan şeylerin bütün yönleriyle ele alınarak doğruları tespit etmek kimin yanlış ya da eksikleri varsa bunu bir şekilde tamamlayarak vahdete bir adım yaklaşmaktı. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres de vermiyorum. Çünkü taassubun gözleri o kadar kör ki, karşısındakinin söylediği yüz de yüz doğru olsa bile doğrunun geldiği yer kendisi gibi değilse reddediliyor. Bütün bunlara bakıldığında bir adreste buluşmak pek mümkün görünmese bile en azından ifrat ve tefritten uzak kalınarak daha makul olmak,tekfir etmemek o kadar zor mu?
Kuran'ı merkeze alarak tüm geleneğe göz atabilmek müslümanlar için en doğru yol gibi geliyor. Çünkü uydurmalar her cenahta olduğundan binlerce kat fazla. Meseleler bakışta bu uydurmalar ön plana cıkartıldığından  uzlaşmak mümkün değil. Her kesim uydurmalarına da kılıf hazırlamış görünüyor. Kimse kendi kalesine gol attırmak istemiyor. Oysa İslamın değişmez kaynağı Kuran kendisi için acık ve acıklayıcı kitaptır diyor. Orada her şeyin acık yazıldığı ifade ediliyor. Ancak iki tarafta bunun önünü kapatmak için Kuran anlaşılmaz kitaptır tezini taraftarlarına inandırmış durumda. Öyle olunca Kuran hatim kitabı sevap kitabı, ölü kitabı durumuna düşmüş gözükmekte.
Mezheplerde yeniden Kuran ölcüsünde gözden gecirilmeldir. Cünkü her mezhep kendi toplumunun kültürü, ihtiyacları ve icra edildiği zamanın sorunlarına cevap teşkil edecek şekilde kurumsallamış, üzerinden zaman geçtikce ilavelerle bugüne kadar gelmiş yamalı bohca gibi olmuştur. Dolayısıyla tarihte olan mevzi bir olay için alınan fetva, islamın aslıymış ve geneli ifade ediyormuş gibi algılanıyor. İnsanlar bunun üzerinden kavga ediyor. Bugün mezhep din yerine konulmuş hatta dinin önüne geçmiş durumdadır. Bir insana en büyük hakaret sözcüğü mezhepsizlikle ifade edilir olmuştur.



Kuran'daki Ehlibeyt Kavramı ve Farklı Algılamalar




KURAN’DAKİ  EHLİBEYT KAVRAMI VE BERABERİNDEKİ TARTIŞMALAR
Ehl-i beyt  kavramı; Kurân’da İslâm öncesi Arapların örfüne uygun bir anlam çerçevesi içinde kullanılan bu kavramdır. İslâmî terminolojideki hilafet, imamet, ismet,  ulul-emr vb. Birçok kavramın anlam hayatında da görüldüğü üzere Şîa ve Ehl-i sünnet arasındaki kadim çekişmenin tezahürü olarak siyasî bir içerik kazanmıştır.
Bu kelime Kuran’da üç farklı yerde geçmektedir. Hûd Suresi [1] ayetinde Hz. İbrahim’in (as) eşi ehlibeyt olarak tanımlanmıştır. Kasas Suresi [2] ayetinde de Hz. Musa’nın ailesinden ehlibeyt olarak bahsedilmiştir. Bir de  Ahzap suresi[3]  
Bu ayetlere Şiî ve Sünnî müfessirlerin görüş ve düşüncelerinden yola çıkılarak bakıldığında bu kelimenin ne anlamlara gelebileceği bize bir malumat verecektir.
Ehl-i beyt, Arapça ehl ve beyt kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Ehl (Çoğulu: ehâl, âhâl, ehlûn, ehlât) kelimesinin fiil kalıbındaki çeşitli müştakları cana yakın olmak, bir yerde meskun bulunmak, uygun ya da müsait olmak, lâyık/liyâkatli olmak, bir şeyi hak etmek, bir şeye imkan tanımak, mümkün kılmak, hoş karşılamak, evlenmek gibi anlamlar içerir. Müzekker bir kelime olan ehl ise aile, yakın akraba, eş, zevce, ahali, taraftar, bir yerde yaşayan, bir şeye lâyık olan gibi manalara gelir. [4] 
Kelime nispet edildiği şeye göre farklı bir anlam kazanır. Sözgelimi, ehlür-racul terkibi, bir erkeğin başta hanımı olmak üzere aynı çatı altında yaşadığı diğer aile fertlerine delâlet eder. Kelime herhangi bir ülke ismiyle kullanıldığında o ülkenin insanlarına, bir din veya mezhep adına izafetle kullanıldığında o din veya mezhebin mensuplarına, bir meslek ismiyle birlikte kullanıldığında da söz konusu mesleğin erbabına işaret eder. Peygamberlere izafe edildiğinde ise onların getirdikleri ilâhî mesaja kulak veren müminler topluluğuna (ümmet) delâlet eder. Nitekim Hûd Suresi 11/45-46. ayetlerde Hz.Nûhun, Ey rabbim! Oğlum benim ehlimdendir. Çağrısına, aynı dine ya da inanç sistemine mensup olmamak manasında, [Hayır], o senin ehlinden değildir. diye karşılık verilmiş ve bu kullanımda kelimeye dinî-ahlâkî bir anlam yüklenmiştir. [5]Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415) ehl lafzının Kurânda on ayrı anlamda (vech) kullanıldığını söyledikten sonra bunlar arasında; bir beldenin sakinleri, Tevrat ve İncil okurları (Ehl-i Kitap), mal-mülk sahibi, kabile ve yakın akraba, ümmet, ıtret, aşiret, eş, çocuk ve torun gibi manaları zikretmiştir.[6]
Bir telakkiye göre âl kelimesi de ehl kökünden türetilmiştir (maklûb). Sözlükte bir şeyin kendisi, serap ve taraf gibi anlamlar içeren âl, aynı zamanda aile, akraba, dost ve yakın arkadaş, dindaş gibi manalar da taşır ve bu son gruptaki manalar cihetinden ehl kelimesinin müteradifi sayılabilir. [7]

Bununla birlikte, iki kelimeyi birbirinden farklı kılan bazı nüanslar da mevcuttur. Ebû Hilâl el-Askerînin (ö. 400/1009dan sonra) belirttiğine göre ehl kelimesi hem nesep, hem de bir yere mahsus olma (ihtisas) anlamında kullanılır. Örneğin, ehlür-racul terkibi bir kimsenin akrabasına, ehlül-basra ve ehlül-ilm gibi terkipler ise bir yere ve zümreye mensubiyeti ifade eder. Buna karşılık âl lafzı, bir kimsenin yalnızca yakın akraba ve arkadaş çevresine delâlet eder. Bu yüzden, kişinin ailesi ve dostları için âlur-racul demek câiz olduğu halde, Basralı anlamında âlul-basra, yahut ilim erbabı anlamında âlul-ilm tabiri kullanılmaz. [8] Beyt (çoğulu: ebyât, buyût, ebâyît, buyûtât) lafzına gelince; sözlükte ev, mesken, çadır, kabuk, kılıf, onur, şiîr dizesi, kabir gibi anlamları bulunan bu lafız,[9] Fîrûzâbâdînin tespitine göre Kurânda menzil/mesken, eşlerin evleri, mescit, Kabe, Peygamberin odaları, nübüvvet evi, hapishane, arı kovanı, hayvan derisinden yapılmış çadır vb. on beş ayrı manada kullanılmıştır. [10]  En yalın ve yaygın anlamıyla hane halkına (aile) tekabül eden Ehl-i beyt lafzı, ev sahibinin yanı sıra eş, çocuk, torun ve yakın akrabayı da kapsar. Câhiliye devri Arap toplumunda kabilenin hakim ailesini ifade eden Ehl-i beyt, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz.Peygamberin ailesi ve soyu anlamında kullanılagelen bir terim olmuştur. Şiî kaynaklarda Ehl-i beyt yerine ıtre kelimesi de kullanılmıştır.[11]
Ehl-i beyt (Ehlül-beyt) kavramı/tabiri Kurânda üç kez geçer. Mushaf tertibinde bu kavramın/tabirin zikredildiği ilk ayette (Hûd 11/73) meleklerin dilinden Hz.İbrahimin hanımına, Allahın dilediği işi gerçekleştirmesini mi yadırgıyorsun? Allahın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun ey hane halkı! diye hitap edilmiştir. İkinci ayette (Kasas 28/12), Hz.Musanın ablasının Firavun hanedanına, Size onun bakımını üstlenecek bir aile göstereyim mi? diye bir teklifte bulunduğu bildirilmiştir. Bu çalışmanın mihverini oluşturan üçüncü ayette ise (Ahzâb 33/33), Ey Ehl-i beyt! Allah sizden her türlü manevî kiri (Ayetteki rics terimini Kâdî Beyzâvî ve Nesefînin, Rics istiâre yoluyla günah anlamına gelir tarzındaki açıklamalarına dayanarak manevî kir şeklinde karşılamayı uygun gördük. Her türlü kaydını ise kelimenin başındaki elif-lam takısını istiğrak manasına hamleden görüşe istinaden ekledik.[12]* gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Denilmiştir.
Görüldüğü gibi Ehl-i beyt tabiri Hûd Suresi 11/73. ayette aile anlamında kullanılmıştır. Ayetin Hz.İbrahimin hanımına hitapla başlamış olması, Ehl-i beytin sadece onun hanımından ibaret olduğunu değil; aynı zamanda hanımıyla birlikte diğer aile efradını kapsadığını da gösterir. Nitekim bazı Sünnî müfessirler bu ayeti, Hz.Peygamberin Ehl-i beytine hanımlarının da dahil edilmesi gerektiği fikrine delil göstermişlerdir.[13]  Kasas Suresi 28/12. ayetin özelde Hz.Musanın annesine, genelde diğer aile fertlerine delâlet ettiği ise izahtan varestedir.
Ahzâb 33/33. ayete gelince,. …”Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi gibi süslenip kırıtmayın. Namazı kılın. Zekâtı verin. ALLAH’A ve elçisine itaat edin. Ey ehlibeyt! ALLAH sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak istiyor”.   
Kuran’daki bu kelimenin geçtiği üç örnekten de görüleceği üzere, bu kelimenin tam karşılığı çekirdek ailedir. Bu kavram hiçbir surette Hz. Ali, Hasan, Hüseyin kapsamaz. Hatta Fatma annemiz de evlendikten sonra Muhammet (sav) ehlibeytinden çıkıp Ali ehlibeytine girmiştir. (33/33) ayetinin öncesi ve sonrası tamamen peygamberimizin eşlerine matuftur. Ayşe annemiz ve Hz Peygamberimizin diğer hanımları ayette belirtildiği üzere ehlibeytten olmasına karşın, Dinin intikal ve muhafazasının emanet edildiği Ali ve evlatları özel manada ehlibeytten sayılmıştır. Hz Peygamberimiz abasının altına alarak “ehlibeytimdir” diyerek dua ettiği Ali, fatıma, Hasan, Hüseyin dört kişi bunlardandır.
Bu Ayette ehlibeyt kelimesinden sonra gelen (ankum ve yutahhirukum) kelimeleri müzekker (eril) çekimlenmiştir. Bundan dolayı bazı Şii âlimler usta işi bir yorum yaparak, bu ayette kastedilenler yalnızca peygamberin eşleri olsaydı bu iki kelime müennes gelmeliydi demektedirler. Dolayısıyla bu kavrama Ali, Hasan ve Hüseyin de dâhildir diyerek bir kurnazlıkla bu kavramdan peygamberin eşlerini çıkartıyorlar. 
Ancak, bu yorumları, hem Arap dili kavaidi hem de tarihsel realitelerle çelişmektedir. Arap dilinde kelimeler, eril ve dişil olarak çekimlenirler. Bu çoğulda da tekilde de bu şekildedir. Lakin galibiyet kuralı gereği, bir toplulukta 7000 kadın ve yalnızca bir erkek varsa bu topluluktan eril olarak bahsedilir. Hatta gramatik olarak bir erkeğin bulunduğu şüpheli bile olsa müzekker kullanılmalıdır. Ayrıca “Ehlibeyt” kavram olarak eril bir kavramdır. Çünkü bir aile kadın ve erkekten oluşur. Kadın ve erkeğin topluluk ismi olarak kullanılması istisnasız Arap dilinde eril olarak geçmektedir. Aynı durum yukarda da bahsedildiği üzere  (11:73) ve (28:12) ayetindeki ehlibeyt kelimelerinin kullanımında da görülür. (11:73) ayetinde Hz. İbrahim’in eşinden hitaben ehlibeyt kelimesi kullanılmış ardından da (aleykum) harfi ceri gelmiştir. Bu kelime de müzekkerdir. Oysaki o dönemde Hz. İbrahim’in çocuğu yoktu. Melekler kendisine çocuk müjdesi veriyorlardı. İbrahim’in ehlibeyti tek bir kadından oluşuyor olsa bile hem eril hem çoğul siga ile gelmiştir. Çünkü ehlibeyt kelimesi içerisinde erilliği ve çoğulluğu barındırmaktadır. Benzer durum (28:12) ayetinde de mevcuttur. Bu ayette Musa’nın (as) annesine tekrar sütanne olarak dönüşü anlatılıyor. Anne, tek ve dişil olmasına rağmen ehlibeyt kelimesinden sonra (yekfuluunehu) “ona kefil olsunlar” fiili hem çoğul hem de eril çekimlidir. 
Ek olarak, tarihsel olarak da Resulullah’ın ehlibeyti yalnızca kadınlardan oluşmuyordu. Peygamberimizin Kasım, Abdullah, İbrahim adlarında üç tane de oğlu olmuştur.  Bu oğullar da Muhammet (asvs) ehlibeytinin mensuplarıdır. İlk ikisi bu ayetin indiği dönemde hayatta değilse de üçüncüsü bu dönemlerde yaşamaktaydı. Tek bir erkek bile olsa galibiyet kuralı gereği bu topluluk müzekker anılmıştır. İbrahim, bu ayet indiği zaman yaşamıyordu yahut ölmüştü diye söylenebilir. İbrahim öyle ya da böyle bir şekilde ehlibeytin üyesidir. Eğer doğmamışsa bile geleceği bilen Rabbimiz, Kuran’da bir çelişki olmasın diye onu da hesaba katarak ifadeyi müzekker kullanmıştır. Çünkü bu ayette ehlibeytten müennes bahsedilip sonra İbrahim doğarsa bu, her satırı mucize olan Kuran’ın icazını bir çırpıda yıkar.  
Kuran’da ki ehlibeyt kavramıyla kendi kurguladıkları ehlibeyt halkasının bir biriyle örtüşmemesi üzerine, ne yazık ki ehlibeyt kelimesi Kuran’da kullanıldığı manadan tamamen saptırılmıştır. Ehlibeyt kelimesini yalnızca Ali nesliyle sınırlandırılarak alan daraltması yapılmıştır.
Şiiler, peygamberimizin eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını kasteden Ayetteki ehlibeyt kavramından önce Hz. Muhammet’in eşlerini, sonra duruma ve koşullara göre bu kavramdan anlaşılan bütün herkesi çıkartarak, en sonunda ise Hasan’ın soyu  ile Hz Hüseyin’in diğer hanımlarından olma “Ömer” ismindeki muhterem kişi ve neslini de  devreden çıkarttıklarını görüyoruz.
Bu kavramın içinde sadece Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek temsilcisi olarak kalmıştır. Ama bununla da kalınmamış yine bu atanın evlatlarından adını kullanamadıkları Peygamber torunlarını da dışlamayı ihmal etmemişlerdir. Destekliyor görünümündeki  kimselere de en zor günlerinde destek olunmamış kendi taraftarlarınca arkadan vurulmuşlardır. Tıpkı Hz Ali, Hz Hasan, Hz Hüseyin’e yaptıkları gibi….!  İşte bu operasyonun delili;
“... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed Bâkır): “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” (33:6) ayeti kimin hakkında indi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu ayet, Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan oluşan diğer Müslümanlardan daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” “Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” diye sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”[14]
Oysa bu ayetlerde  (33:28-34) özelde peygamberimizin eşlerine öğütler verse de  genelde  tüm mümin kadınlara seslenilmektedir. Bu ayetin  en önemli anlaşılması gereken hususu zımnen, bu emirler sizi eve kapatıp köleleştirmek için değil, çevreden size bulaşacak pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak içindir deniliyor. Bu açıkça bir inşa cümlesidir. Eğer bu denilenleri yaparsanız size pislik bulaşmaz denilmesine rağmen, Ayetlerden delil bulma  gayretinde olanlar, zerdüşlük inancı esaslarından olan, kralın  tanrı adına hüküm koyma ve kaldırma yetkisi ile her alanda güçlü ve masum olması prensibini, İslam inancına yamadıktan sonra  bu ayeti amaçlarına hizmet edecek bir yapıda bularak,  ayeti yanlış tevil ederek esas anlamından saptırarak “ALLAH sizi tertemiz günahsız yaptı.” Ya çevirmişlerdir. Söz konusu ayeti bu şekilde anlayan yani İmama masumiyet ilkesinin getirilmesi  şii fırkalarının bütününde  mevcut değildir. Sadece fars medeniyeti etkisinde kalan Şiilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan kitlede mevcuttur.
İşletilen bu metod, söz konusu akide sahiplerinin  en çok başvurduğu bir metottur.  Oysa, Kuran’daki kavramların bağlarından kopartarak anlamlarını kaydırmak Kuran’ı tahrif etmenin birinici aşamasıdır. Ehlibeyt kavramında da yapılan şey aynıdır
Efendimizin dünyasındaki ehlibeyti anlamaya çalışırsak bir genel anlamda bir de özel anlamda Ehlibeytin kullanıldığını görürüz. Kuran’ın ifade ettiği ehlibeytten sonra, özel anlamdaki ehlibeyt kavramının içine Hz Peygamberimizin kızı damadı ve torunlarının girdiği muhakkaktır. Onları abasının altına alarak dua buyurmuş, ayrıca Onlara iyi davranılmasını isteyerek müminlere emanet etmiştir. “Size kendimden sonra Allah’ın kitabı ile birlikte birde Ehli Beytimi bırakıyorum. Allah’tan korkun ve Ehli Beytime sahip çıkın. Allah’tan korkun ve Ehli Beytime sahip çıkın.” Demiştir.
Yine Hz Peygamberimiz;  Selman Farisi, Abdullah ibni selam ve Abdullah ibni Mesud’u da ehlibeytinden saymıştır.



[1] 11:73
[2] 28:12
[3] (33. 33)  
[4] [Cemâluddîn İbn Manzûr, Lisânül-arab, Beyrut 1990, XI. 28-32.]
[5] [ Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî ğarîbil-kurân, İstanbul 1986, s. 36; Ebül-Kâsım ez-Zemahşerî, Esâsül-    belâğa, Beyrut 1989, s. 25-26; Ebül-Bekâ el-Kefevî, el-Külliyyât, Beyrut 1993, s. 210 ]

[6] [ Mecduddîn el-Fîrûzâbâdî, Basâiru zevit-temyîz, Beyrut trz., II. 83-84.]

[7] [ Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 37-38. Kelimenin kökeni ve ne mânaya geldiğine dair geniş bilgi için    bkz. Ebû Abdillâh el-Kurtubî, el-Câmi ahkâmil-kurân, Beyrut 1988, I. 260-261.]
[8] [ Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûk fil-luğa, Beyrut 2000, s. 315.]

[9]  İbn Manzûr, Lisânül-arab, II. 14-15; Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcul-arûs, Küveyt 1986, IV. 456-467.]

[10] [ Fîrûzâbâdî, Basâiru zevit-temyîz, II. 196-197.]

[11] .[ Mustafa Öz, Ehl-i beyt, DİA, İstanbul 1994, X. 498.]

[12] Kâdî el-Beydâvî, Envârut-tenzîl ve esrârut-tevîl, İstanbul trz., II. 245; Ebül-Berekât en-Nesefî, Medârikut-tenzîl ve hakâikut-tevîl, Beyrut 1988, III. 303; Şihâbuddîn el-Âlûsî, Rûhul-meânî, Beyrut 1994, XXII. 18.
[13] [ Bkz. Kurtubî, el-Câmi, IX. 48.]
[14] (Kuleyni, El Kâfi, hadis no:753)