17 Eylül 2010 Cuma

VAHDET ŞİİLİKTE YADA SÜNNİLİKTE SAĞLANABİLİR Mİ?

Her insan imtihana tabii olduğuna göre sorumluluk sahibidir. doğruyu da yanlışı da  yapabilir. Yanılabilir!.. Resuller bile sadece kendi görev kapsamı içinde korunmuşken, kimsenin masum olmayacağını, uçtu kaçtıların insandan kurtarıcıların yalan olduğunu anladım.  Nitekim bu gün geriye dönüp baktığımızda büyük alim saydığımız kişilerin nerdeyse tamamına yakını önceden doğru bildiği bilgilerinin zamanla yanlışlığını görüp yanlışlarından bir şekilde  kurtulmanın yollarını bulmaya çalıştığını görüyoruz. Bunların en bariz örnekleri İmam Şafi ve Ahmet Bin  Hanbel’ dir. Bu kişilerin  sonradan caydıkları görüşleri ile yeni görüşleri arasındaki çelişkileri görmezden gelip, her ikisini de doğru kabul etmenin tevillerini üreten anlayışlara, hikmet gözü ile bakmamız, daha sonradan da değişebilecek görüşleri  Kuran ayarında görmemiz, ne hüsran ve ne büyük bir tezattır.

İslam kul’lar tarafından oluşturulan paket  program değildir. Bu güne kadar çeşitli ekoller kendi itikat anlayışlarını bir paket haline getirip taraftarlarına din diye sunmuşlardır!. Bir biri  ve  kuran ile uyuşmayan  bu programlar sayesinde Müslümanlar kutuplaşmış,  tefrikaya düşmüş, bir birlerini katleder hale gelmişlerdir.  Allah ı bırakıp, devrin imamı, evliya, büyük alim, gavs, kutup,  Allah dostu, gibi kutsallar üretip onları masum ve her şeyi doğru anlıyor, kılarak tapınma noktasına getiren arızalı anlayışlar,  Müslümanları bu körlüğü getirmiş durumdadır. Eğer kutsanan kişilerin söyledikleri doğru olmuş olsaydı!  inançta bu kadar tefrika çelişki olmaz, bunlar bir birlerini küfürle itham etmez, insanları kendilerine değil Allah’a Kuran’a çağırırlar, toplumda cemaat kardeşliği değil din kardeşliği hakim olurdu!!!!  Allah’ın doğruları ile bunların paket  içindeki doğrular büyük oranda bir birleri ile örtüşmediği gibi,  saygı duyduğumuz  alimlerin hiç birinin görüşleri bir diğeri ile bire bir aynı değildir. mezhepler arası  icma adı ile oluşturulan ifade  tamamen yalandır. Zira birin haram dediğine diğeri helal diyebilmişlerdir.  Şartlardan dolayı belki baştan  iyi niyet çerçevesinde oluşturulan paketler, her ekolün alimlerince geliştirilip ilaveler yapılmış, daha sonrakiler  bütün uydurmalarla birlikte uydurulmuş inançları uyutmak amaçlı hap haline getirip  tabletleri bizlere yutturmuşlardır!!!

Kuran kendisi için "Açık ve açıklayıcı, onda her şey tamam, sadece bundan sorumlu olacaksınız, başkalarına kul köle olmayasınız diye O’nu Allah size açıklamıştır. Resulün örnekliğinde İslam’ı anlayıp yaşarsanız mutlu ve sağlıklı toplum olursunuz" demesine rağmen, haşa Allah ı  yalan çıkartıp bu kitap anlaşılmaz, anlaşılır olması içinde Allah resulü yada imamlar  adına sözler uydurup, bu kitabı, “ Allah peygamber aracılığı ile açıklamıştır”! veya  imamlar vasıtasız vahiy almışlardır! iftirası ile kendi  anlayışlarını kitaba yedirenlerin,  beş yüz ayeti bile kendine yeterli delil bulmayanların, falanca çökerse din çöker borazancılarının,  rivayetlerin namusunu kurtarmak için vahyin itibarını düşürmeye çalışanların, deve sidiğini doktora gitmeye yeğleyenlerin!,  gerici, bağnaz, kendinden olmayana yaşama hakkı tanımayan, din taciri, sömürücülerinin,  hakikati ifade edenlere karşı  acımasızca saldırılarının acaba maksadı nedir!!?

 Bu batıla tepki olarak çıkan peygamber siz bir din tasavvur edip, Kuran’ı sözlük/lügat üzerinden anlamlandırıp, ibadetsiz, ruhsuz bir din oluşturmaya  kalkanlara yandaş olanlar!!! Düşünmezler mi ki Kuran  hayat kitabıdır. Peygamber O kitabı hayat haline getirmiş  numunedir.  O’nun vahyin ışığındaki örnekliklerini nasıl görmezsiniz?!! Bu hale düşmemizin en büyük sebebi onu insanlıktan çıkartıp melekleştirmekti! Siz de O’nu hayattan siliyor yok ediyorsunuz!                                                                                      Bu hale  neden, niçin  düştüğümüzü akıl etmeyenler görmeyenler,  görmek istemeyenler, görüp te menfaatim elimden gidecek diye susanlar, emeksiz beleşten kolayca cenneti bulduk diyenler, yada korktuğu için sesini çıkartamayanlar!!! Pasif iyiler kendine iyeler  vay halimize!!! Vay halimize!!!! Bu sorumluluk hepimize!!!!
Bu kadar bilgi kirliliği içinde olan insanların kime güveneceği sorusu hemen akla geliyor. O zaman şu asla unutulmamalı. Hz peygamber Kuran merkezinin dışında değildir. O merkezin tam ortasındaydı. Kuran merkezli demek Peygamber anlayışı demek olmalı. HZ Peygamberin olmadığı bir yerde KURAN merkezi de yoktur.
Bazı anlayışlarda HZ peygambere tamam deseler de O’na da kendilerince bir sınır getiriyorlar. Sahih söylemlerini nebevi sünnetini bulandırmaya, yok etmeye ortadan kaldırmaya yönelik ne söylenmesi gerekirse onu söylüyorlar. Yani bir şekilde HZ Peygamberi yaşayarak günümüze kadar gelen nebevi örnekliği, Kuran’ı istedikleri gibi tevil ederek bir inanç ortaya koymaya çalışıyorlar.

Bu yanlış inançlara müptela olup toplumların bölük pörçük hale getirilmesine katkı sağlayanlara, nefsani arzularından dolayı ayrımcılık çıkartanlara Cenabı Allah şunu demiyor mu?
- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. 6/159

- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın 30/31

- (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün) mektedir. 30/32

- Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52
İslamda fitne hareketleri malesef ki tek boyutlu değildir. Her yerde her cephede farkında olarak yada olmayarak bunu yapanlar mevcuttur. Esas konumuza dönersek;
Yani İslam dünyasının bütününde anlayış birliği bulunmamaktadır. Her geçen günde bu anlayışın daha bölük pörçük hale getirilmesi için planlı çalışmalar vardır. Hem şii dünyasında hem de diğer İslam dünyasında.
Son yüz yılda şii dünyasında büyük bir toparlanma göze çarpmakta şii fırkaları imamiye fırkası içinde erimeye yüz tutmuş görünmektedir. Ancak, bu bütünleşmenin içine giren her anlayış yine kendi yanlışlarını geldiği yere bırakmama gayreti içindedirler.

İslam inancında olanlar, hangi cenahta olursa olsun inandığı Allah ın nasıl bir Allah, kabul ettiği bir peygamberin de nasıl bir peygamber olduğunu iyi bilmek zorundadır. Bu konuyu kimsenin yorumuna teslim etmemelidir. Eğer bunu bir takım anlayışların eline bırakırsa ortada inanç diye bir şey kalmayabilir. Çünkü insan aklı öylesine fitne üretmede maharet sahibidir ki sapı samana karıştırır ekmek diye yedirebilir! İnanç dediğimiz mevhumun esaslarını inceleyip kabul etme basit bir alışverişteki özenden daha fazla özen isteyen bir husustur. Her insan gerekli özen ve itina ile orta yolu elden bırakmamalı. Ancak burada şöyle bir çıkmaz var ki, her görüş kendini orta yol ve doğruluk üzerinde göstermektedir. İnsanlar da hangi ortam ve kültürle beslenmişlerse o ortamın doğruları onun sarsılmaz doğruları olmuştur. Hakikat namına duyduğu şey eğer kendi doğruları arasında yoksa onu öğrenmek istememiş onun batıllığını sergilemek için arguman üretmeye başlamaktadırlar. Allah bu yaklaşımdan cümle insanlığı kurtarsın İnşallah…
İnsanlar kafa karışıklığından kurtulmak için şu soruların cevabını Hz Peygamber sözünden ve sağlam delillerden öğrenmelidir.
Nasıl bir Allah’a inanıyorlar?
Allah verdiği kararlardan vazgeçer mi?
İnandıkları Allah, seçtiği Peygamberini aldatır mı?
Kabul ettikleri Peygamber İnsanların şerrinden ve kıskançlığından korktuğu için Allah ın emirlerini uygulamada erteleme yapar mı?
Allah ile Peygamber arasında bir çekişme olabilir mi?
Peygamber kabul edilen bu yüce zatın küçük hesapları olur mu? Başlangıçta tek başına iken hiçbir şeyden korkmadan tebliğ eden bütün zorluklara göğüs geren bir peygamber en güçlü olduğu dönemlerde önceki şahsiyetinden farklı davranır mı?
Farklı davranırsa bu ona yakışır mı? Allah Hz peygamberden sonra “İmamet sürecini” islamın geleceği için elzem görmüşse bunu gerçekleştirmede yetersiz mi kaldı?
Allah, imamet konusunu iman konusu olarak insanlığa sundu ise, En küçük konularda detay vermekten çekinmeyen  Yüce Rab bu konuyu muğlak bırakır, yada ap açık ortaya koymaz mı idi!..? Kuran da herkesin anlayacağı bir ifadeyle neden yer vermedi? Bu gün bu emir var diyenlerin delili sündürme, siyasi yorumların Kuran'a yedirilmesinden başka bir şey değildir!
Eğer bu emir gizli ya da gizemli gönderilmişse, bunu duymayan bilmeyen insanlara bu emri neden dikkate almadınız sorgusu, Allah’a yakışır mı?
Allah Kuran ı kendisinin koruyacağını vaat etti. Böylesine imani bir konuyu açıkça kuranda ifade etmemesinin insanlar arasından bir tefrikanın meydana getireceğini göremedi mi?
Hâşâ Allah kullarına tuzak mı kurdu?
Kuran ın yorumu kuran ın kendisimidir?
Allah Kuran ı anlaşılsın diye mi gönderdi, yoksa birileri anlasın onlar herkese anlatsın diye mi gönderdi.
Eğer birileri anlasın diye gönderdiyse diğer insanların Kuran okumaya ya da anlamaya çalışmasına gerek var mı?
Hâşâ Kuran fitne bir kitap mıdır?
Eğer insanlar birileri tarafından sürü gibi güdülecekse Allah insana aklı, fikri ve vicdanı niye verdi?
Kullanılmadan birilerine kiraya verilen akıl neye yarar?

……………………………..?

Şu bir gerçektir ki, Kuran’ı kerimin aslında da imamete iman diye bir emir yoktur. Ancak, yanlış yorumlar teviller kişilerin inandıklarını kuranda bulma çabası neticesinde Kuranın anlamına yapılan yamalarda böyle anlayışlar bulabilirsiniz. Tabii buna da itibar edilmez. O ifadelerden insanın Allah’a karşı da sorumluluğu yoktur.
İkincisi Hz Peygamberin sözlerinde böyle bir anlayış ve ifade de yoktur. Ancak Hz peygambere ve imamlara sonradan onların gıyabında söylettirilmiş sözler arasında bu anlayışı bulabilirsiniz. Hemen size bu konu ile ilgli hem Kuran dan hem de hadislerden delil getireceklerdir. Bu getirdikleri delili kaynağından incelerseniz anlaşılır ki delil diye ortaya sürdükleri meseleler başka şeyler için söylenmiş sözlerdir. Yani zorlama yorum ve teviller olduğu anlaşılır. Bu tür tuzaklara düşmemek için onların delil saydıkları metinlerin gerekçelerini bilmeniz gerekir. Aynı kaynaklarda yüzlerce yerde böyle bir inancın olmadığı doğrudan ve dolaylı söylenmiştir. Onlara hiç bakılmaz, yada bakmazlar. Niçin baksınlar ki onların derdi oradan bir şey öğrenmek değil kendi iddialarına sizden kılıf aramaktır. Meseleye bakarken iyi bir bakış acısı sergilemek gerekiyor mesela Hz Peygamberimiz kimin halife olması gerektiğini veda hutbesindeki yüz binin üzerindeki topluluğa açıkladığını söylemekteler. Eğer öyleyse halife seçildiği gün onca insan bu hakikati neden sakladı neden sustu? Hz Peygamberin vefatından hemen sonra idareciyi seçmek üzere toplanan cemaatten her hangi birisi çıkıp da, halifeyi seçmek bizim belirleyeceğimiz bir husus değil, bu şu ayette belirlemiştir, onunda da Hz Ali olduğu Hz Peygamberimiz tarafından söylenmiştir diye neden müdahalede bulunmadı? Yoksa HZ peygamber yanlış insanlarla mı arkadaşlık dostluk, akrabalık etti. Basireti bağlımıydı? Gerçekleri görüyordu da korkusundan mı saklıyordu? Yoksa arkadaşları Hz peygamber zamanında öyle değil di de hemen vefat edince mi bozuldular? En zor şartlarda canları pahasına imanlarından zerre kadar taviz vermeyen insanlar nefislerine uymazken, daha kolay şartlarda içinde ölüm kalım olmayan bir davaya mı imanlarını sattılar? Ne oldu bunlara? Bunlar birden bire küfür batağına mı girdi!? Hâşâ bütün bu insanlar ilk günden itibaren mi zındıklaştı? Bu iddiaları doğrulamak adına uydurulan yalanlar toplum vicdanını kanatan kelbela faciasının istismarı ve acıtasyonun içine öylesine gizlenmiş ki, meselenin bütünündün haberi olmayan masumlar tarih boyunca yanıltılmış zehirlene gelmiştir.
Böyle bir yalana inanmak peygambere saygısızlığın ötesinde bir şey değil mi? Atılan iftirayı doğrulamak adına bugün ellerinden geleni yapanlar, mevcut kurgulara yeni ilave çalışmaları ile mezhebi muzafferiyetini sağlamak gayreti içinde olanların hali nice olacaktır!..?. Bunlar Allah resulünün huzurunda nasıl duracaklar Allah basiretlerini açsın demekten başka çıkış yolu da yok galiba.

Bu süreci başlatan ve yürüten Yahudi asıllı bir takım insanlar masum bir ehlibeyt sevgisi içinde olan şiilerin arasına girip, Ehl-i beyt için kavga veriyor görünüp bu yolla birçok yalan, hurafe ve sapıklığı Şiiliğe soktuklarını gizlemeye çalışmak birilerinin işine gelse bile bütün tarihçilerin hem fikir olduğu bir gerçek olduğu unutulmamalı.
Görüldüğü gibi mezhebi farklılıklar Kuran'ın doğrudan söylemi değil insani yorumlardır. Bu ehli sünnette de böyle şiilerde de böyledir! Rivayetler dinin kendisi asla değildir. Kendi siyasi ikballerine  Kuran'dan delil çıkaramayanlar kimi Allah resulü adı
na kimi de, imamlar adına yüz binlerce rivayet uydurmuş, adına hadis demiş, sonrada bu uydurmalarla Kuran konuşturulmuştur. Yani ilgili ayetlerin altına Kuran'ın söylemi diye yapıştırılmıştır.   
 vahdet yalnız Allah'ın kitabı etrafında hiç bir tefrikaya, bölünmeye, mezhebi farklılıklarına bakmadan olur. Fıkhen her grup kendi mezhebini yaşayabilir. Ancak bu asla bölünmenin bir sebebi olmamalıdır. Allah, Kuran, ve Allah Resulü tasavvurumuz Kuran ölçüsünden olmalıdır. Her şey Kuran'da belirtilen ölçüde artırım yada eksiltme olmadan.  





14 Eylül 2010 Salı

ŞİANIN TAKİYYE ANLAYIŞI

Şia’nın Takiyye (Yalan) Anlayışı
İslamın ilk yıllarında özellikle hz peygamberimiz döneminde her hangi bir şey adına bölünmüşlük bulunmuyordu. Sadece münafıklar Müslümanların gıyabında toplantı yapıyor islama karşı neler yapmaları gerektiği hususunda strateji belirliyorlardı. Bu süreç Hz Osman dönemine kadar böyle devam etti. Hz Osman ın şehadetinden sonra bir takım siyasi ve kavmiyetci bölünmüşlük boy göstermeye başladı. Ançak yine dini anlamda herhangi bir ayrışma görülmedi. Hz Ali döneminde hariciler kuran ı farklı yorumlayarak bir ayrışma gösterdi ise de Bu anlayış fazla sürmedi. Bundan başka Abdullah ibni sebe hareketi farklı yerlerde küçük gruplar halinde farklı anlayışlar geliştirmeye başladı. Bu dönemde atılan ayrışma tohumu Hz Hüseyin in şehadetine kadar gizli gizli yayılma gösterdi. İslam cematinin fikirleriyle ters düşen Hizipcilik ya da mezhepçilik gibi faaliyetlerini gizli yapmak durumunda kalan bu cıkarcı önderler, hâkim güce veya islami ekseriyete karşı açıkça söylemekten cekindikleri ayrıcılığı gizlemişler bunun meşruiyetini sağlamak içinde bu gizliliği takıyyeye bağlayarak cıkış yolu bulmuşlardır. (takiyye kendisinin veya bir başkasının malı ve canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı olarak farklı görünme) Şii mezhep liderlerinin desteklenmesinde takıyyenin büyük rolü olmuştur. Bu önderler faaliyetlerini sürdürdürken takiyye sayesinde korunmuş yönetim tarafından kendilerine bir zarar gelmesinin önüne bu yöntemle geçmişlerdir. Takıyye maskesi altında gereken paralar temin etmişler. Söz konusu şii mimarları ortaya koydukları felsefenin ve söylemlerinin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için, sürecin içinde kutsal kişiliklerin müdahil edilmesi, bu kişiliklerin son derece güçlü, masum, her şeyi bilen, yaşadıkları sürece vahiy alan kainata hükmedecek kadar yetkilerle donatılması gerektiğinin bilincindeydiler. Bunlar söylemlerini kutsal kimselere söylettirmeleri gerektiğini bilen, hile ve desise uzmanlarıydı. Bu kutsal ve güçlü kişilikler tabi ki mazlum duruma düşmüş Ali ve oğullarından başkası olmazdı. Ortaya koydukları akideleri ile portresini cizdikleri liderin bir birine uyumu gerekiyordu. Bu da ancak takiyye ile sağlanabilirdi. Yoksa proje amacına ulaşmayacaktı. Bu amacın hedefine ulaşması için en gerekli olan dini esas Takiyye idi. Çünkü bu terime bütün aşamalarda ihtiyac duyulacaktı. Ayrıca Kendi kötü ve alt niyetlerini saklamanın başka cıkış yolu da yoktu. İşte bu amaclarla yalan’a takdis ve tazim süsü verilerek ve ona kendi isminden başka bir isim takarak “takiyye” adını verip dinin bir esası haline getirdiler. Din adına söylenilecek şeyler toplumun inançlarıyla ters düştüğünde zor durumda kalacaklardı. Bunu şimdilik takiyye ile saklıyacaklardı. Ancak, kendi gruplarındaki insanlar öğrendikleri şeylerin kuran ve sünnetle tezat olduğunu anladıkları zaman foyaları ortaya cıkacaktı ki, Bunun yolunu da söz konusu imamlara masumluk sıfatı giydirerek aşmasını bildiler. Çünkü öncelikli stratejileri tezlerini kendi gruplarına kabul ettirmek daha sonra dışarıya acılmaktı. Bunu neyle yapacaklardı konuşan kuran Ali ile. Diğer hadisler zaten Hz peygambere ihanet eden sahabelerce uydurulmuştu! Kuranı ve hadisi Ali ve oğullarından daha iyi bilen kim olabilirdi ki? Şiiler dinin bir esası temeli ve aslı olarak değerlendirdikleri Takıyyeye bağlılıkta son derece ileri giderler; bu inancı da masum kabul ettikleri imamlarından birine nispet ederler. Yalanla eş anlamlı gibi kullanılan Takiyye kelimesi geçtiği her yerde Şiiliği hatırlatır olmuştur. Onlar takıyye ile sakladıklarının tersini, gizlediklerinin zıddını acığa vururlar.
Takiyyenin dinin bir esası olarak ortaya koyduğu iddia edilen Ehlibeyt imamlarının hiç birisi takiyyeyi kendi hayatlarında asla uygulamamaışlardır. Ne Ali ne diğerleri. Mesela Hz. Hasan, takıyye’den ve insanları aldatmaya çalışmaktan en uzak bir kimseydi. Muaviye ile sulh yapması buna delildir. İmam Hasan, babasının taraftarı olup sulhü istemiyen birçok kimsenin açık muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Hatta Ali’nin en büyük taraftarlarından bilinen Süleyman Bin Surd, İmam Hasan’a:
“ - Selamun Eleykum ey müminleri zelil eden!...” diye hitap etmiştir.
Sulh’a karşı olanlar, aynı zamanda kuvvetli ve güçlüydüler. Bu sebeple İmam Hasan onların çıkardıkları birçok zorluklara göğüs germiş, görüşünü kahramanca müdafaa etmiştir. Takiyye fikrine hiç kapılmamıştır.
Sonra Yezid Bin Muaviye’ye karşı ayaklanan İmam Hüseyin, Irak’a gitmesine mani olmaya çalışanların sözünü dinlememiştir. İmam Hüseyin, bu savaşta kendisi, çocukları ve taraftarlarının şehid olabileceğini, ev halkının da esir düşeceğini göz önüne almıştı ve böyle olacağını yakiynen biliyordu. Hüseyin Muharrem’in onunda taraftarlarını toplamış ve yarın savaş olacağını ve muhakkak katledileceğini, taraftarlarının kendisine olan bi’atlerini çözebileceklerini, isteyenin savaş meydanını terk edebileceğini söylemiş ve:
“ - Gece vakti, deveye binin, istediğiniz yere gidin!..” demişti.
Giden gitmiş ve kalan da Hüseyin’le birlikte şehid olarak ebediler defterine kaydolmuştur.
Bu sürecin içinde takıyyeden veya takıyye ile alakası olan birşeyden eser bulmak mümkün mü?
Çok secde eden olarak bilinen İmam Ali Bin Hüseyin Kerbela da esir düşmüş, ayakları zincire vurulmuş ve Kerbela’dan Şam’a kadar çıplak deve üzerinde götürülmüştür. Hayatı boyunca bu acıları unutmamış iktidara karşı en ağır tenkitleri yapmış ölümüyle birlikte insanlığa 54 dua bırakmıştır.. Bu duaların toplandığı kitaba “Seccadiye Sahifesi” adı verildi.
Bu dualarda Emevi Hilafeti’ne beddualar mevcuttur. Bu yönetime karşı hayatında hiç takiyye yapmamıştır.
İmam Bakır ve büyük alim oğlu İmam Sadık Medine’de resulullah’ın mescidinde yıllarca ders verirken, hiç kimseden korkup çekinmeksizin, fıkhi görüşlerini söylerlerdi. Bakır, Emevi Hilafetin devrinde Sadık ile, Emevi Hilafeti’nin sonunda ve Abbasi Hilafetinin başında yaşadı. Her iki hilafet. de, bu imamlara karşıydılar. Bunlar korkmadan yılmadan binlerce talebe yetiştirdi. İktidarlara karşı hiç takiyye yapmadı. İmam Musa Bin Cafer de Abbasi Halifesi Harunü’r Reşid’e muhalifti. Bağdad’da Halife tarafından birkaç yıl hapse atıldı. Musa Bin Cafer takıyye yolunu tutup amcası oğlu olan ve aralarında bir sürü yakınlık bağları bulunan Halifeye takiyye yapsaydı onu aldatsaydı kurtulurdu. Yapmadı.
Hilafet Abbasilerden Me’mun’a geçince, Rıza adıyla tanınan sekizinci İmam Ali Bin Musa’yı veliahd tayin etti. Ancak İmam, Me’mun zamanında vefat edince, Hilafet Abbasiler’de devam etti. İmam Rıza vefat ettikten sonra, Abbasi Halife Me’mun Ümmülfazl’dan olan kızını Rıza’nın oğlu Muhammed El-Cevad’la evlendirdi ve böylece Abbasi Halife ile Ehlibeyt arasındaki dostluğa devamlılık sağladı. Birisi Veliahd, diğeri Halife’nin damadı olan bu iki imam da takıyye ile amel etmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, hedeflerine ermek için Şia’nın takıyyeye tevessül etmeleri talebinde de bulunmamıştır.
İmam Cevad’dan sonra onuncu ve onbirinci imamlardan olan Ali ve oğlu Hasan Askeri Abbasi Hilafeti’nin başşehrinde yaşarlardı. Bu iki İmamın evi, ziyaretçilerle dolup taşardı. Bunlar, Müslümanlar’ın dini ihtiyaçlarını karşılar ve Ehlibeyt fıkhını yaymaya çalışırlardı. Bu iki imam’ın hayatını inceleyenler, takıyyeden en uzak insanlar olduklarını anlayacaklardır. Halifeler’in hiçbir zaman gözlerinden kaçmayan bu faaliyetlerin ve Ehlibeyt görüşlerini yaymaya çalışmaları aslında Abbasi Hilafet’ine muhalefet mahiyetindeydi. Ancak her iki İmam da hiç aldırış etmeyerek kendi vazifelerini yapmaya ve hakkı söylemeye devam etmişler asla yalana müracaat etmemişlerdir. Hal böyle iken kendi amaclarına ulaşmayı hedefleyen Şiilerin takiyye anlayışı sadece kendisinin veya bir başkasının canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı değildir. İnançlarında, sır tutmak güven içinde bulunup can korkusu taşımasa bile takiyye yapmanın vacipliğini savunmaktadırlar.! er-resail adlı kitabında (2/201 kum-iran baskısı h.1385): Takıyye Sîanın yanında zorlanma esnasında malı ve canı korumak için başvurulacak bir sey değil, devamlı olarak kendisiyle amel edilecek faziletli bir ameldir. Onlar takıyye adı altında haramların en büyüklerinden biri olan yalanı mübahlastırmıs, daha da ileri giderek yalan söylemeyi günlük vacipler arasına koymuslardır. Siîlerde takiyye (yalana), dinin verdiği önemin göstergesi; Ali b. Ebî Talib aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye müminin en faziletli amellerindendir.” (Tefsîru’l- Hasen Askerî 162) Ebû Abdillah aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye yapmayanın imanı yoktur.” (Usûlu’l-Kâfî 2/219) Şiilerin muteber kitapları olan Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, bu hususla ilgili şunu rivayet eder: “Dinin onda dokuzu takıyyedir; takıyyesi olmayanın dini de yoktur”, Takıyye, benim ve ecdadımın dinidir; Kuleyni, Ebu Basirden de şu rivayeti nakleder: “Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi. Ona, gerçekten Allah’ın dininden midir diye sorduğum da, evet Allah’ yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi” yine bir başka hadislerinde Ey Süleyman b. Halid, Ebu Abdillah’ın “Ey Süleyman sizin dininiz öyle bir dinidir ki, Allah onu gizleyeni aziz, açığa vuranı da zelil eder” Kafi c:2 s. 217–219–222. Bunları imam Ebu Cafer’ e söylettirmişlerdir. Şiiler bu din ve akideye inanmaktadırlar.
Muhaddislerinin üstadı el-Kummi, meshur risalesi “el-itikadat” söyle der: “Takıyye vaciptir; onu terk eden namazını terk eden gibidir”, “Takıyye vaciptir; el-Kaim ortaya çıkıncaya kadar onu terk etmek Caiz değildir. Onun hurucundan önce takıyyeyi terk eden kişi, Allah’ın dininden, imam iyenin inancından çıkmış, Allah’a ve imamlara muhalefet etmiş olur. Cafer es-Sadık’ as. “Allah katında en degerliniz, O’na karsı gelmekten en çok sakınanınızdır” (Hucurat: 9/13) ayetinin manası sorulduğunda “Takıyye ile amel edeniniz, en muttaki olanınızdır” demiştir”.(kummi el-itikat). “Takıyyesi olmayan bir mümin, bası olmayan ceset gibidir”, (Tefsirü Askeri s.162) yalanını Resulullaha’a, isnat eden bir topluluk için takıyyeyi niçin inançlarının esaslarından saymasın!

Bazı Siiler takıyyeden maksadın yalan söylemek degil, nefsin korunması ve serden kurtulmak için gerçeğin gizlenmesi olduğunu söylediler. Gerçek böyle değildir; zira onlar takıyye ile yalan ve aldatmayı kastederler ve inandıklarının tersini söylerler. Bunun böyle olduğuna şunlar delil teşkil etmektedir:
Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, el-Kafi de sunu rivayet eder:
“Münafıklardan bir kimse ölmüştü. Hüseyin b. Ali dışarı çıkıp onun cenazesi ile birlikte yürümeye başladı. O sırada dostlarından biriyle karsılaştı. Ona nereye gidiyorsun diye sorduğunda, namazını kılmamak için bu münafığın cenazesinden kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine Hüseyin sağımda durmaya bak, benden ne duyarsan aynısını söyle, dedi. Münafığın velisi (imam) tekbir alınca Hüseyin de tekbir alarak söyle dua etti: Ey Allah’ım falan kuluna tam bin defa lanet et. Ey Allahım bu kulunu insanların ve beldelerin içinden geçir, cehennemine ulaştır ve ona en şiddetli azabını tattır, çünkü o, düşmanlarını dost edinmiş, dostlarına düşman olmuştu. Nebi’nin Ehli Beytine bugzederdi”(Kuleyni, el-kafi,c.3,s.189)
Gerçekten Siiler, ister canı korumak, isterse başka bir sey için oldun, bütün meselelerde takıyyeyi vacip sayarlar.. Siiler, imamlarından gelen farklı kaviller, çelişkili görüşlerle karsılaştıklarında gene takıyyeye ihtiyaç duymuşlar, ona sığınmışlardır. Kendilerine hata ve unutmadan masum olan imamlarının tek bir sey hakkında nasıl olup da ihtilafa düştükleri, bir seferde cevaz verdikleri birşeyi bir başka zaman nasıl haram kıldıkları; aynı şey hakkında bir vakitte başka, diğer bir vakitte başka şeyler söyledikleri seklinde bir itirazda bulunduğu zaman ise, onların yani imamlarının, her iki durumda da, bunları takıyye icabı yaptıklarını söylemekten başka verilecek bir cevap bulamamışlardır. Üçüncü asrın tanınmıs Sii âlimlerinden Ebu Muhammed el-Hasan en- Nevbahti, Ömer b. Rebah’tan su rivayeti nakleder: “Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi. Sonra bir başka sene yine aynı meseleyi sordum; birinciden farklı bir cevap verdi. Ebu Cafer’e cevabın bu mesele hakkında bir önceki sene vermiş olduğun cevaba uymuyor, dediğimde, Ebu Cafer: Olabilir, cevabımız takıyye icabı verilmiştir, dedi. Bu cevap, benim, Ebu Cafer ve imameti hakkında şüphelenmeme sebep oldu. Daha sonra, Ebu Cafer’in taraftarlarından olan Muhammed b. Kays isimli bir kimseye rastladım. Ona, Ebu Cafer’le aramızda geçenleri söyle anlattım: Ebu Cafer’e bir mesele sordum, bana cevap verdi. Bir başka sene aynı şeyi sorduğumda, daha önceki cevabının tersini söyledi. Ona, niçin böyle farklı cevap verdiğini sorduğumda, takıyye icabı öyle yaptığını söyledi. Allah biliyor ki, ben o meseleyi, ona vereceği fetvaya uymak ve onunla amel etmek için samimiyetle sormuştum, başka bir amacı yoktu. Üstelik ben bu haldeyken takıyye yapmasına bir sebep de yoktu. Bunun üzerine Muhammed b. Kays, belki yanında takıyye yapması gereken bir kimse vardı, dediğinde, hayır onun yanında sorusu olan, benden başka hiç kimse yoktu; fakat o, her iki cevabı da rast gele vermiştir. Geçen sene verdiği cevabı hatırlayamadığı için aynı cevabı veremedi dedim. Bu konuşmalardan sonra Ömer b Rebah: Ne şekilde ve hangi sebeple olursa olsun, batıl fetva veren ve Allah’ın vacip kılmadığı bir yerde takıyye yaparak huzur içinde kapısını kapatan bir kimse, imam olamaz, deyip, onun imametini reddeder. Aynı şekilde, imamın sadece emrul bil maruf ve nehyu anil münker yapması gerektiğini de belirtir”( Nevbahti, Fıraku’s Sia s80-82 ) Kuleyni’nin bir ayetle ilgili olarak Kafi’de rivayet ettigi su haberdir: “Musa b Useym söyle der: Ebu Abdullah’ın yanında idim, Bir kimse, ona, Allah’ın Kitabından bir ayetle ilgili bir soru sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, ona birinciye verdiği cevabın tam tersini söyledi. Bu bana öyle dokundu ki, kalbimin adeta bıçaklarla doğrandığını hissetim. Kendi kendime, bir vav harfinde bile hata yapmayan Ebu Katade’yi Sam’da bıraktım da, böyle büyük hatalar yapan bir kimsenin yanına geldim, dedim. Beni böyle düşünürken bir başkası daha geldi ve ona yine aynı ayeti sordu. Bu sefer her iki cevaptan farklı bir cevap verdi, o zaman kalbim rahatladı ve bunun takıyye olduğunu anladım” kafi l.cilt s.163
Yine şia inancında imamları takıyye sebebiyle haramı helal, helâlı haram saydıklarını kendi kaynaklarında geçmektedir. Mesela Kafi’de Eban b. Tagleb’ten şu rivayet edilir: “Ebu Abdullah’ın söyle dediğini işittim: Babam zamanında, takıyye gereğince doğan ve atmacanın öldürülmesinin helal olduğuna dair fetva verirdi. Ben ise, onlar için takıyyeyi gerekli bulmuyorum; onlar haramdır” (Kafi 3.cilt 208.sy) Buna benzer bir başka husus, Siilerin dokuzuncu imamları Muhammed b. Ali b. Musa, kendisine Sia’nın İhtilafı hakkında bir soru sorulduğunda su cevabı vermiştir: “İmamlar, İstediklerini helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir”. Böyle bir inancı olan kimsenin diğer meselelerde yalan söylemiyecegi nasıl inanılabilir? Helal-Haram konularında kendisine güvenilmeyen bir kimseye, mubahlar konusunda nasıl güven duyulabilir?
Avamdan birinin bile haram olarak kabul ettiği bir şeyin helal olduğuna dair fetva vermesi caiz midir? Onların iddia ettikleri imamet ve ismet nerededir?
Sonra el-Bakır’ı, fetvayı vermeye zorlayan kimdir? Cafer’in sözünden anlaşılan, babasının fetvasının Emevi sultanlarını hoşnut etmek için verilmiş olacağı hususudur. Zira o, “(Babam) Emeviler devrinde fetva veriyordu” diyor. Bunu böyle kabul etsek bile, acaba Siiler dogru olduğuna inandıkları su rivayete ne diyeceklerdir: “Cabir’in, bizzat el- Bakır’dan naklettiği bu rivayete göre Resulullah söyle demiştir: Kim zalim bir sultanı, Allah’ı gazaba getirerek hoşnut ederse, Allah’ın dininden çıkar”.(kafi.3.clt 737sy) Şiiler, haram’ı helal kılmayı Allah’ı gazaplandırmak saymıyorlar mı? Ali b. Ebi Talib, iddialarına göre, bir hutbesinde söyle demiştir:” iman, sana zararı dokunacak bir yerde dogrulugu, fayda temin edecek olana yalana tercih etmendir”.(Nechul Belaga)
Bütün bunlardan sonra takıyyenin sırf yalanı masum göstermeye calışan bir anlayış olduğundan şüphe edebilir mi? şiilerin muteber saydıkları hadis kitaplarında bunlara benzer yüzlercesi mevcuttur.

Mirasın taksimi konusu, içtihat edilecek bir konu değildir.
Çünkü nasslarla sabittir. Nassları bile değiştiren birisine hic itimat edilirmi? Yine Kuleyni’nin Kâfisinde naklettiği, bu rivayete çok benzeyen bir rivayet daha vardır. Buna göre Abdullah b. Muhriz söyle der: “Ebu Abdillah’a, bana vasiyette bulunan bir kimsenin öldüğünü ve geriye kızının kaldığını, bu adamın mirası hakkında ne diyeceğini sordum. Bana, mirasının yarısını kıza, yarısında Mevlalara ver dedi. Bu meseleyi dostlarımıza danıştığımda onlar, hayır, Allah’a yemin olsun ki, Mevlalara Verilecek bir sey yoktur dediler. Bunun üzerine Ebu Abdillah’ın yanına tekrar gidip, dostlarımız Mevlalara verilecek bir şey yoktur, o sana karsı
takıyye yapmıştır diyorlar dedim. Ebu abdilah, hayır, Allah’a yemin olsun ki, sana karsı takıyye yapmadım; fakat terekenin yarısından almandan Korktum; eger korkmuyorsan diger yarısını da kıza bırak, Allah sana kefil olacaktır, dedi”(Kafi.7.clt.737.sy)
Bu iki rivayetten anlaşılıyor ki, Siiler yalana, sadece nefsi korumak, zatı, muhafaza etmek için cevaz vermekle kalmamışlar, hiçbir sebep olmaksızın yalan söylemislerdir. Soru soran Abdullah b. Muhriz ve Seleme ne emevilerden, ne de Abbasilerdendir; her ikisi de hakiki Sii olup “masum imam’ın taraftarındandır. Aynı şekilde, Cafer verdiği batıl fetvayı icabı değil, Maslahat icabı yalan yere verdiğini de belirtmiştir. Sii imamlar, takıyyenin sadece yalandan ibaret olduğunu da açıklamışlardır.

Şiiler sadece yalan söylemekle kalmazlar yalanı da teşvik ederler. Bundan da sevap alacaklarını umarlar. “Bizim davetimizi kabul edeceğine inandığın kimseyi, Rabbinin yoluna çagır. Biz hapiste olduğumuz için üzülme. Bizden mervi veya bize nispet edilen bir haber sana ulaştığında, yanlış olduğunu bilsen bile, sakın bu batıldır deme; zira sen onu niçin söylediğimizi nasıl vasıflandırdığımızı bilemezsin” (el keşi rical 368 s.)
Takıyyenin sebeplerinden bir diğeri de, Sii taraftarına teseyyu üzere olduklarını yalan vaatlerle ispat etmeye çalısmıs olmalarıdır. Kuleyni, Ali b. Yaktin’den su rivayeti naklerde: “Ali b. Yakin oğluna söyle demiştir: Ebul Hasan, Sia’nın yüz senedir emellerle büyüdüğünü söylemiştir; böyle söylemesine rağmen söylendiği gibi olmamıştır. Ali de söyle demiştir: Size söylenen, yalnız bir kaynaktan gelmektedir; fakat Cafer’le ilgili olan mesele bahsedildiği gibi olmustur. Bizim işimiz ise, henüz gerçekleşmedi; emellerle uyarlandık durduk. Eğer bize, bu iş iki ya da üç yüzyıldan aşağı olmaz denseydi, kalpler katılaşır, insanların hepsi 1slam’dan dönerdi; fakat onlar, insanların kalplerini ısındıracak, rahatlamalarını sağlayacak şeyler söylediler”( Kuleyni, Kafi s.223)
Yine şia akidesenin tezatlarını göstermesi acısından Nevbahti’nin kitabında bahsedilen bir husu; Süleyman b. Cerrir’den naklettiği bir rivayet te“O taraftarlarına söyle demiştir: Rafizilerin imamları, taraftarlarına iki kelime beyan ederler. Onlar bu iki kelime sayesinde, imamlarında hiç birinin asla yalan söylemediğine inanırlar. Bunlar “beda” ve “takıyye” dir. Sii imamlar, olmuş ve olacağa ait haberler ve yarın ne olacağının bilinmesi hususunda, taraftarlarına, kendilerini, peygamberlerin makamında gösterirler. Taraftarlarına, yarın ve ileride gelecek günlerde söyle söyle olacaktır dediler. Söyledikleri gerçekleştiği zaman, biz size, bunun böyle olacağını daha önce söylemedik mi? Allah’ın nebilerine bildirdiklerini biz de biliriz; Allah’tan ilim, alırız, dediler. Eğer olacağını söyledikleri şey tahakkuk etmezse, taraftarlarına, Allah’ın bu hususta beda yaptığını söylediler. Takıyyeye gelince, helal, haram ve din ile ilgili diğer konulardaki meseleler çoğalınca, imamlar gelen sorulara cevap verdiler. Soru soran taraftarları, aldıkları cevabı ezberlediler ve daha sonra yazıp tedvin ettiler. İmamlar ise, vermiş oldukları cevapları hıfz etmediklerinden, bir süre sonra unuttular; çünkü meseleler, ne bir günde, ne bir ayda, daha doğrusu farklı senelerde, farklı zamanlarda ve aylarda rivayet olundu. Böylece bir mesele hakkında muhtelif ve birbirine zıt cevaplar, farklı meselelerde de birbirinin aynı olan cevaplar ortaya çıktı.. Taraftarları bu durumu anlayınca, cevaplardaki karışıklığı ve farklılığı imamlara yüklediler; sebebini sordular ve öğrendiklerinde de onları ayıpladırlar. Bu nasıl caiz olabilir? Zira imamları kendilerine, “biz bu cevabı takıyye icabı verdik, nasıl istersek öyle cevap veririz; çünkü bu bize kalmış bir istir. Biz, size faydalı olan şeyi, bekanızın nerede olduğunu, düşmanımızı savuşturmayı sizden daha iyi biliriz”, demekteydiler. imamların yalan söyledikleri ne zaman ortaya çıktı ve onların hak veya batıl üzere oldukları ne zaman bilindi de, Ebu Cafer’in taraftarlarından bir grup bu iddiada bulundu ve Ebu Cafer’in imametini kabul etmediler” ( Nevbahti, Fırakus Sia s. 85-87)
Şianın yalancıları
Kaynaklar incelendiğinde görülmektedir ki Şiacıların inanc dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî ve oğlu gibileri bunları meşhurlarındandır. El-Kelbî, sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili rivayetlerin de sahibidir. Sahabe kusurları ile alakalı yazdığı kitap, şianın sahabe hakkındaki ana kaynağıdır ki, bunun büyük bir çoğunluğu yalanlarda doludur. Diğer kısımları ise tahrif edilmiştir. Şiilerin sahabe ile ilgili inanclarını oluşturan yalan ve tahriflerden oluşan bu görüşlerin sahipleri, Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibilerdir. Şiiler görüşlerine delil olarak Hişam el-Kelbî'nin eserlerini gösterirler. Hâlbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır. İbn-i Hibban, Tebuzeki, Hemam: El-Kelbî,’nin sebe olduğunu ve kendisinin “Ben Sebeîyim” dediğini işittiklerini söylüyor. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır.
İbn-i Hibban, Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır demektedir.
Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor:
Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor:
Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:
Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim:
Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim.
Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında ,
“İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.”
Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.
İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.
El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:
“Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor:
“Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.”
İkincisi:
Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil rivayetlerde ashabın noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için kusur olmaktan çıkarlar
Şiacılar Kelbî'yi ehlisünnet aleyhinde hüccet (!) olarak saymakta ve eserlerini delil göstermektedirler.
Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları alenen görünmektedir. Çünkü şianın temel inancından birisi zaten takiyyedir. Konuya bütünden bakıldığı zaman görülmektedir ki şia takiyyeyi uydurdukları inanclarına kılıf bulmak için yalanı kamufle amcıyla kullanmaktadır. Bunun adını da takiyye koyuyorlar. Mübalağa sanatıda bir sanat olmaktan cıkmış hakikat gibi algılanmak şeklini almıştır. Yalan, hile ve ikiyüzlülüğün bütün üsluplarını mubah saymaktadırlar Şiayı bütün itikadi boyutuyla inceleyen hiçbir kimse, takıyyenin sırf yalan amaclı kullanıldığından şüphe etmezler. Önemli olan bu incelemenin bir savunma refleksi içinde yapılmamasıdır.

Şia takiyenin uygulama konusunda da kendi aralarında bir birlik sağlayamamışlar Takiyye farklı zamanlarda farklı önderler tarafından farklı farklı yorumlanmıştır Tabi ki bu hakkın gizlenmesi ve batılın izharından başka bir şey değildir. Bu inanç sistemi yalan üzerine kurulmuş yalan ile yürümekte olan bir yapıdır. İslam dini insanlığa dosdoğru olun derken Hz Peygamberimiz yine doğruluğu son veda haccında vurgulayıp binlerce insanı şahit tutmuşken, Resulullah sav. Nitekim Buhari ve Müslim şu hadisi rivayet ederler: “ Doğruluktan ayrılmayın; zira doğruluk, iyiliğe, iyilik ise cennete götürür. İnsan doğrulukta ve doğruyu aramakta sebat ederse, Allah indinde sıddik olarak yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. İnsan, yalan söylemekte, yalancılıkta ısrar eder, yalanı aramakta diretirse, Allah indinde yalancı olarak yazılır” demişken yalancılığı dinin akidesi haline getir ve bunu dinin gereği sayarsan tabi ki buna İslam denmez. Şiiliğin yapısı incelendiğinde buna ihtiyacının çok fazla olduğu bununla tutunabileceği görülmektedir. İyi de dini ve dünyevi meselelerde, böyle bir itikada sahip olan bir kimseye güvenilebilinirmi? Böyle bir insan, Kitaba ve Sünnetle ilgili ne zaman doğruları söyleyeceği bilinebilir mi? Bu tip âlimlere inanılır mı? Onların, ne zaman takıyye ile amel edip, ne zaman etmediklerini kim bilebilir? Bu dini bozmak, islam’ın temelini yıkmak, Allah’ın Kitabı’nın ayetleri ile oynamak değil midir!?
Eğer islamın onuru Şii’ler için önemli sayılıyorsa ki bundan şüphe edilmez. takıyye meselesinde, akidesine ve şahsına saygılı şerefli insanlar gibi davranmalı ve güzel ahlaktan olan şeref ve haysiyetini muhafaza etmelidirler!.. Kişilikdeki ikiliğin, doğrulukla bağdaşmadığını, bunun samimi bir Müslüman da bulunan vasıflara ters düştüğünü söz ile davranışı arasında ki dengesizliğin meydana getirdiği psikolojik tesirleri dikkate almalıdırlar.Gerçek bir Müslüman İslam camiasının doğru görmediği gizli ve açık her söz ve davranıştan vazgeçmeli, mürai ve aldatan insan halinde görünmekten sakınmalıdır!.. Şii kitlelerin, hassaten kültürlülerin şahsi gayelerle kendilerini bu girdaplı yollara sevkeden mezhep liderlerini gerçek anlamda sorgulamalıdırlar. Şu unutmamalıdırlar ki; İslam, Müslümanlar’ın uymak zorunda oldukları bir ahlak temeli getirmiştir. Bu temel, Müslüman’ın aldatıcı, riyakar olmamasını aleyhinde de olsa davranışının doğru, sözünün doğru ve dürüst olmasını emrediyor. Bu temele göre, iyi her yerde iyi, köktü de her yerde kötüdür!..
İmam Sadık’a nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir!..” sözü büyük bir imama karşı iftiradan ve yalandan başka bir şey değildir!..Bu söz ona karşı son derece saygısızlığın ifadesidir.

27 Ağustos 2010 Cuma

İSLAM DÜNYASI Şİİ PROPAGANDACILIĞI KARŞISINDA SON DERECE SAVUNMASIZDIR

İslam dünyası şii görüşlerin ve propagandacılığının karşısında son derece savunmasızdır. Bunun birden çok sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, islamın ilk yıllarında meydana gelen fitne olaylarına bire bir yakinen şahit olmadan dilden dile anlatılan şeylerin hakikatinin tam anlaşılamayabileceği yaklaşımı ile; bunu konuşmanın günah, gıybet, geleceğe bir faydası olmayacağı düşüncesinden yola çıkılarak bu olayların öğrenilmemesidir. Bundan başka, İslam âlimlerinin “Onlar kılıçlarını kana buladılar sizler aynı olayı konuşarak dillerinizi kana bulamayan” tavsiyesi dikkate alınmış olduğundan ümmetin çoğunluğu bu konuyu derinlemesine öğrenme ve üzerinde yorum yapma ihtiyacı duymamışlardır. İnanç noktalarının bütününü Hz Peygambere dayandıran Ümmetin çoğunluğu bu süreci, tarihteki siyasi olaylar ve kavmiyetçi yaklaşımlar olarak değerlendirdiğinden yukarıdaki tavsiyeye uyarak meseleyi ve bu acı olayları ajite eden uydurulan hikayeleri öğrenme ihtiyaç bile duymamışlardır. Oysa “Şia bu konuya çok önem vermiş diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, Şiilik teşekkül ettirildikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun'i bir tarih oluşturmuştur• Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Oyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçiler tarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş', kitaplarda yer almıştır. Ehli sünnet dünyasında Hadis rivayetler,inde özellikle senetler konusunda gösterilen hassasiyetin bir kısmı tarihi 'rivayetlerle ilgili olarak gösterilebilseydi; bugün Müslümanların kafasında Islam tarihi ile ilgili olarak var olan kaos mevcut olmazdı. Açıkça ifade etmek gerekirse, mevcut tarih. kitıp1arına dayanarak, birbiriyle taban tabarla zıt tarih kitapları kaleme almak mümkündür Çünkü o. zamanki tarih anlayışı çerçevesinde, müverrihlerin pek çoğu, bulabildiği malzemeyi olduğu gibi kitaplarına almayı tercih etmişlerdir.
Ancak, Taberi gibi bir müellifinbile, Hz. Osman dönemi ile ilgili olarak,
pek çok rivayeti "haya ettiği için kitabına almadığını" düşünecek olursak,
erken dönem İslam tarihinin doğru yazılıp yazılmaması probleminin boyutlarını
biraz tahmin edebiliriz.
Bütün bunlar,Şia'nın doğuşu hakkında, "fikif-hadise irtibatı" ilkesi
gözardı edilerek, kaynaklardaki malumat doğrultusunda ileri sürülen görüşlerin,
Şiilerin inanç temellerini oluşturan bu acı olayları öğrenme ihtiyacı fıkhi bilgilerin önünde geçtiğini görmekteyiz. ” (Hasan Onat)

Kurgulayıcılar tarafında üretilen tarih, hadis, hikâye ve çeşitli destanlarda geçen olayların hakikati ile uyuşmayan argümanlarını baştan beri kullanan şiacılar yüz yıllarca bunlarla halkın beynini yıkamışlardır.
Kendilerini Hz Ali nin yanına koyarak Şiilikle ayrışma noktalarının ne olduğunu bile bilmeyen Müslümanların yezitle özdeşleştirilmesi onlarda infial yaratmış bu saldırıya karşı ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Tarih boyunca bir an bile yezit lafını duymak istemeyen bir toplumun böylesi acımasızca bir saldırı Karsçısındaki durumu elbette onları çok savunmasız bırakmıştır. Bu insanlar ehlibeyte yapılan insanlık ve islam dışı haksızlığın dini bir savaş değil saltanatı sürdürme ve tarihi bir hesaplaşma adına yapıldığını sahabenin ve tabiinin güvenilir sözlerinden biliyorlardı. Hayatı boyuca ehlibeytin yanında olan tabiinden olan büyük ilim sahibi ve tefsirci Fahrettin Razi’ nin eserleri bu görüşleri teyit etmekteydi. Bütün bunlarla birlikte mezhep imamlarının yani bir Ebu Hanife nin bir Şafi nin hayatlarına baktıklarında onların da yönetime çok mesafeli durduğunu görüyorlar, bunlarda emevi sempatisi bulunmadığı gibi, emevilerce de en çetin cezalarla cezalandırıldığını şahit oluyorlardı. İmamı şafinin Ehlibeyti sevmek rafizilik ise ben rafiziyim dediği, İmamı Azamın İmamı Cafer ve İmamı Zeydin çok yakınında olduğu, ilim öğrendiği hocalarının Hz Ali ekolünden geldiğini, Emevilerce kendisine verilmek istenen hiçbir görevi kabul etmediği, onların yanlışlarına karşı çıkmasından dolayı hapishanede zehirlenerek öldürüldüğünü diğer imamların da bunlardan farklı bir anlayışta olmadığını bilen bu ümmet bu denli çirkin suçlama karşısında şaşırmakta elbet de çok haklıydılar. Sünni kesim bu kadar gerçeği hafızasında barındırmasına rağmen tarihi hakikatlerin gelecek nesillere taşınmasında bu kadar bilinçli davranmadılar. Sonra da Şiacılar tarafından yezidin avenesi suçlamasıyla suçlandılar ve kendilerini savunmasız hissettiler.
Hakikat tacına giyip kendilerine göre ötekileştirdikleri ümmetin çoğunluğunun inancına, emevi saraylarında uydurulan din yaftasını yapıştırmaları ise, bu zihniyetin hepten, şikeci, iftiracı ve provakatif olduğunu göstermektedir.
Bundan başka, Sünnet ehli inançta radikalliği değil orta yolu benimsemesinden dolayı başkalarının inancına sövmeyi asla uygun bulmaz. Aşırılığa heyecana izin vermez. Takiyye kılıfına sokulmuş yalanı kullanamaz.. Kesin olarak bilinmeyen bir konuda zannı yasaklar. Zanna göre hareket edemez. Tarih, dini anlamada başvuru kaynağı olmadığı gibi dini vesika da saymaz. İnanan insanları hata yapsa da kâfirlikle yaftalanmaz. Hıristiyanların Hz Muhammet için sarf ettiği aşağılayıcı dili, Hz İsa için kullanılamayacağı gibi, Şiilerin Sahabe ile ilgili söylediği ağır hakaret ve tekfirlerine cevaben, ne Hz Ali ye nede Ehlibeyte herhangi bir saygısızlık yapamaz. Dolayısıyla orta yol aşırılığın kapalı olduğu bir zemindir. Ona yapılan saldırılara karşın aynı sertlikte ve aynı çapta saldırıda bulunamaz. Haram ve helallere dikkat noktasından sonra, helal olan şeylerin bile yeterlisine dikkat etme gibi zorunlulukları vardır. Nefsin istek ve arzularını tatmin için zorlama hükümlere itibar edilmez. Edep, saygı, zariflik, gibi insanın iç dünyasında olumluluk yaratıcı şeylere önem, olumsuzluk yaratacak duygu ve düşüncelere karşı dikkat vardır. Oysa uç noktalarla beslenen inançlar, toplumun hislerini kullanıp galeyana getirerek batılı din diye verme ortamında radikalliğin uç noktalara taşındığı bir yapıdır. Bu yapılarda haklılığını ispatlamanın önünde hiç engel yoktur. Yani her yol dört yol gibidir!...İnsanın yapısında bu tür şeylere meyil daha fazladır. Akıldan ziyade heyecana daha ön plandadır.. Özellikle gençlik ve cahil toplumların meyli bu yöndedir. Dolayısıyla Şiiler devamlı bulundukları her zeminde ehlibeytin mazlumiyetini kullanır gözyaşları içinde vermek istediği her düşünceyi bu ortamda verir. Nefsin isteklerine kolayca fetva bulmak mümkündür. Sıkıştığında yalana kolaylık var. Zinadan kurtulmak için muta gibi bir seçenek önlerinde.. Zaten ibadetlerde istediğin kolaylığı yapabilmekteler! Namazı belirlenmiş vakitlerde kılmak bir zorunluluk değil beş vakti üç vakte sığdırırısın. Dindar olman için zorluk yok. Birde Ehlibeyti kendi anlayışlarındaki gibi seviyorsan zaten kurtuldun.!
Dolayısıyla duygusallığı kullanan propagandacıların karşısında, İslami yeterince bilmeyenlerin savunmasız bir hali vardır. Buna çok dikkat etmek gerek!
Şii felsefesi incelendiğinde İslam âleminin top yekun Şiileştirilmesi Şiiler üzerinde farz bir görev olduğu anlaşılmaktadır. Bu farz görevi yerine getirmede de en büyük engel ehlisünnet dünyasıdır.
Hedeflerine ulaşmada bu engelin bir şekilde kaldırılması ya da zayıflatılması gerekir. Kendileri kaldıramıyorlarsa kaldıranlara yardım etmek de bir zarar yok. Bunun için başka kâfirler desteklenebilir. İşte tarihteki hulagü örneği bunun canlı örneğidir.(bir milyon civarındaki Müslümanların katledilmesi olayı)
Yahudi dönmeleri ve yalancılığı ile tanınan şii tarihçilerinin, aynı konuda yazdıkları metinlerinde bir birini tutmadığı görülmektedir. Bu sebeple kendi aralarında da ayrışmaların yaşandığı gruplar ilmi konularda izah edemedikleri noktalarda tarihi referans gösterirler. Bunu saldırı amacıyla da yaparlar.
Bunlar imamet, takiyye, muta, gibi birçok hususta İslam toplumlarının paylaşmadığı inançları iman sınırları içinde tutarlar ve bunları kabul etmeyenleri tekfir ederler. Kuranda imamlara iman etme, ya da inanılması ve iman edilmesi gereken imamet mevzuu var mı ki, inanmayan kâfir olsun?..!.
Kuran ayetlerinin nerdeyse üçte ikisini imamet mevzu ve ehlibeyt ile açıklamaya çalışırlar. Yani Kuranda nerdeyse peygamber yoktur. Kuran Hz Ali ve onların anladığı sınırdaki ehlibeyte gelmiştir.! Her inançlarına Kurandan delil getirirler. Oysa kuran ayetlerin anlamına nuzül sebeplerine baktığınızda hiçbir bağ bulamazsınız. Ama onlar kendi taraftarına bunu inandırırlar inanmayanlara da şaşarlar. Kısmetsiz olarak görürler. Sizi iman dairesine çekmeye çalışırlar. Bu konudaki anlattıklarım hususların çoğu sadece araştırmadan kaynaklanan bilgiler değildir. Benim etrafında onlarca canlı örnekleri var. Bunların çoğu şahit olduğum hususlardır.
Hatta bunlardan bir kısmı inandıkları şeyin delilini tevil ile de Kurandan getiremezlerse, o konu ile alakalı Kuranda bir sorun olduğunu kendi içlerine dönerek bir birleriyle paylaşırlar. İşi ilgili konudaki ayetin Kurandan çıkartılmış olabileceğini varsayımına kadar götürebilirler!. Yani şunu akletmek istemezler “ bizim bunca iddialarımız inançlarımızın delili kuranda ve sahih hadiste yok. Bu konuda sahabeden, kurandan, hadisten şüphe edeceğimize bu inançlarımızdan şüphe duysak olmaz mı?” düşüncesini düşünmezler ya da düşünmek işlerine gelmez. Niye? çünkü o inançlarının arkasında aşitasyonla dolu Tarih vardır! Ağıt vardır. Toplumda yaşanması geleneksel hale getirilmiş bazı ritüeller vardır. Bundan vazgeçmeye kalkmada mahalle baskısına muhatap olmak vardır, etraftan küfürle itham edilme vardır. Toplumdan dışlanma vardır. Daha kim bilir neler vardır!.
Burada esas olan sorun; sonradan kutsallaştırılmış kutsallığı itikadın içine sokmak için ayetleri saptırarak Kuran’a çeşitli tevillerin ve yorumların getirilmesi!. Bununla da çözemedikleri sorunlara karşın da uydurulan binlerce hadisler ile durumun kurtarılmaya çalışılmasıdır. Meselenin iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekirse, Şiilerin çoğunluğu elimizdeki Kuran’ın değişmediğine inanırlar. Ancak, en güvenilir hadis kitaplarında bu anlayışın tam tersine onlarca hadis mevcuttur. Kuleyni nin El Kafi si ehli sünnet nezdinde Buhari ne ise şia nezdinde odur; yani en sahih hadis kitabı olarak görülmektedir. Bu kitapta Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia eden sayısız rivayet yer almaktadır. Ayrıca Şia'nın yakın tarihteki en meşhur âlimlerinden Tabersi Kuranın hâşâ tahrif edildiğini ispat etmek amacıyla müstakil bir kitap kaleme almış ve Geçmişteki şia imamlarının Kuranın tahrif edildiğini iddia eden çeşitli sözlerini bu kitapta derlemiştir. Üstelik bu hadislerin her birisi de üzerinde şüpheye düşülmesin diye imamlara söylettirilmiştir. Bunu ilim noktasında araştırma yapmayan Şiiler bilmemekte en azından böyle bir hadisin olmadığını idda ederek hemen karşı savunmaya geçmekteler. Bu kitaplarda İtikat noktasında da, islamla tezada düşen yine yüzlerce hadis uydurulmuş. Bugünkü aydın şii âlimlerinin çoğu, bunun ayıklanması gerektiğine inanıp farklı kanallardan ifade ediyorlar. Bu iyi niyetli âlimler şunu neden düşünmezler? Ya da düşünürlerde ifade etmezler.
Ümmet içersinde ayrışmayı sağlayan mevzularında aynı kişilerce imamlara söylettirilmiş bir yalan olduğu neden görülmek istenmez. Kurana iftira attığına inanılan bu kişilerin, diğer söylediklerinin doğru olduğu nasıl kabul edilebilir!? Hz Peygamberimizin gökteki yıldızlara benzettiği sahabe ye düşmanlık eden, Sahabeyi ehlibeytin karşıtıymış gibi algılanması sağlayan, Sahabe düşmanlığının temelinde, yatan olgunun Hz Peygamber ile gelecek nesillerin arasındaki İslam bağını yok etmek olduğu neden görmezden gelinir!? Kendi yalanlarını doğrulama adına imamların adını tereddütsüzce kullanabilen kişi ya da kişilere nasıl itibar edilir? Doğrusu akıl alacak bir şey değil!
Ümmet arasında İtikadı mevzularda ayrışmayı sağlayan ve bu görüşleri imamlara yamayan kişilerin de aynı yalancılardan olduğu, neden dikkati çekmez de hala ayrıştırmayı sürdürmek aydına aynı argümanları kullanılır!

21 Haziran 2010 Pazartesi

SAHABE’NİN SAVUNULACAK BİR YÖNÜ YOK! -2-




        İnanıp doğruluğuna iman ettiğimiz  Kuran’ da sahabe ile ilgili hakikatler nasıl yok edilmiş bir bakalım!. Ahmed et-Tabersî, el-İhticâc adlı kitabının 156 sayfası- Faslu’l-Hitap kitabının 7 sayfasında şöyle der: “Ömer, Zeyd b. Sabit’e dedi ki: “Ali bize Kur’an’ı getirdi fakat onda Muhacirlere ve Ensara kınama var. Biz Kur’an’ı toplarken bunda Muhacirler ve Ensara dair kınamaları çıkarmayı düşünüyoruz.” Zeyd ona şöyle cevap verdi: “Ben Kur’an’ı toplama işini istediğiniz gibi bitirirsem, Ali de topladığı bu Kur’an’ı ortaya koyarsa bütün yaptıklarınız boşa gitmez mi?” Ömer: “Çaresi nedir?” dedi. Zeyd: “Siz çareyi daha iyi bilirsiniz” dedi. Ömer: “Rahatlamamız için onu öldürmekten başka çare yoktur” dedi ve onu Halid b. Velid eliyle öldürmek istediyse de yapamadı. Ömer halife olunca, onlar kendilerinde bulunanla değiştirmek için Ali’den elindeki Kur’an’ı getirmesini istediler. Ömer: “Ey Ebû’l-Hasen! Ebû Bekir’e getirdiğin Kur’an’ı getirirsen, onun üzerinde ittifak edebiliriz” dedi. Ali de: “Maalesef bu mümkün değil! Ben onu Ebû Bekir’e, aleyhinize delil olması, kıyamet gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu” (A’raf 172) veya “onu bize getirmedin” (A’raf 129) dememeniz için getirdim. Benim elimde bulunan Kur’an’a ancak temiz olan kimseler ve soyumdan gelecek olan vasiler el sürebilir” dedi. Bunun üzerine Ömer: “Onun açığa çıkarılması için malum bir vakit var mı?” dedi. Ali: “Evet! Evladımdan el-Kâim ortaya çıktığında onu açıklar ve insanları ona yöneltir.” Dedi. (et-Tabersî, el-İhticâc (s: 156) Faslu’l-Hitâb (s. 7)
Burada şu anlaşılıyor ki bugünkü kuranda sahabe ile ilgili hakikatler karartılmıştır! Bu hakikatler gerçek Kuran on ikinci imam mehdi gelince ortaya cıkacaktır!
Buradaki görüşün bir benzeri yani sahabenin yoldan çıktığı ile alakalı Hz Ali’nin ölümünden iki yüz yıl sonra tarihde yalancı olarak bilinen iki kişi tarafından yazılan Hz Ali’’nin Hutbelerinden toparlandığı iddia edilen ve içindeki bilgilerin tamamen Hz Ali’ye ait olduğu söylenen . Nehcul Belaga’da zikredilmektedir. Yalnız bu kaynağa dikkatli bakıldığında bir tenakuz görülecektir ki kitabın bazı bölümlerinde Hz Ali, sahabe ilgili “"Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabilerini gördüm. Sizlerden hiç birinin onlara benzediğini göremiyorum. Gündüzü saçları başları dağınık ve toz toprak içinde geçirirler, geceyi de secde ederek ve namaz kılarak geçirirlerdi. Dönüşümlü olarak alınlarını (secdeye) ve yanaklarını (yastığa) koyarlardı. Ahiretlerini düşünmekten ateş üstünde durur gibiydiler. Secdelerinin uzunluğu nedeniyle gözlerinin arasında (alınlarında) izler oluşurdu. Allah anıldığında gözlerinden yaşlar akardı. Öyle ki, göğüsleri ıslanırdı. Azaptan korkarak ve sevabı umarak, fırtınalı günde ağacın sarsıldığı gibi sarsılırlardı." Nehcu'l-Belâğa; Tahkik: Dr. Subhi es-Salih; Daru'l Kütübi'l Lübnani baskısı, Beyrut; sf. 143. övgüde bulunurken bazı bölümlerde bunların tam tersi ifadelerin olduğu görülmektedir.
Bir başka kaynakta el-Kuleynî, Furuu’l-Kâfî’de der ki: “Cafer aleyhisselam şöyle dedi: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra üç kişi dışında insanlar dinden döndüler.” “O üç kişi kimler” denilince, şöyle dedi: “el-Mikdad b. el-Esved, Ebû Zer el-Gıfarî ve Selman el-Farisî” el-Kuleynî, Füruul Kâfî (s.115)
el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr’da zikreder: Ali b. el-Huseyn’in azatlısı dedi ki; “Onunla yalnız kaldığım bir sıra dedim ki: “Benim senin üzerinde hakkım vardır, bana şu iki kişi; Ebû Bekir ve Ömer hakkında bilgi ver” dedi ki; “İkisi de kafirdir. O ikisini seven de kafirdir.” Ebû Hamza es-Sumalî’den: o Ali b. el-Huseyn’e Ebû Bekir ve Ömer hakkında sorunca: “O ikisi ve onları sevenler kafirdir.”
el-Meclisî Bihâru’l Envâr’da der ki: “Ebû Bekir ve Ömer’in kafir olduğunu, onlara lanet etmenin sevabını ve onlardan uzak olmanın sevabını gösteren haberler bu veya bundan başka ciltlerde zikrettiklerimizden daha fazladır. Allah’ın sırat-ı mustakîme iletmeyi dilediği kimseler için bu kadarı yeter.”( Bihâru’l-Envâr (30/330)
Hatta el-Meclisî Bihâru’l-Envâr’da şunu da söyler: “Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye ateşten tabut¬lar içindedirler. Bundan Allah’a sığınırız.” Bihâru’l-Envâr (30/236)
Onlardan el-Mer’aşî’nin İhkâku’l-Hak adlı kitapların¬da geçtiğine göre onlar şöyle derler; “Allah’ım Muham-med’e ve Muhammed’in âlilesine salât et ve Kureyş’in iki putu, iki cibt’i ve iki tagut’u ile onların kızlarına lanet et…” (İhkâku’l-Hak (1/337)
Kureyş’in iki putu ve kızları, sözleriyle Ebû Bekir, Ömer, Aişe ve Hafsa radıyallahu anhum’u kastederler. el-firdirler.” (el-Meclisî/Hakku’l-Yakîn, 522)
En muteber hadis kitabı olarak kabul edilen el-Kuleyni, el-Kâfî’sinde sahabenin küfür içinde olduğunu yazan yüzlerce hadislerin yanında yine yüzlerce şii kaynaklarında; sayısı, bazı kaynaklarda 5, bazı kaynaklarda 9 geçmeyen sahabenin dışında kalanların hepsinin zındıklığından bahsetmektedir.
Şimdi soruyorum!
Bir müslümanın en itibar ettiği Kuran, ondan sonra en güvendiği hadis kaynakları ve masum olarak kabul edilen Hz Ali’ ye ve yüzlerce kaynağa siz yukarıdaki sözleri söylettirirseniz bugünkü nesil çocukluğundan beri bunu din diye algılarsa bu kaynaklarla yatıp kalkan ve bu kültürlerle yetişen, bunun yüzde yüz doğruluğuna inanan bir nesle yani bugünkü şii kardeşlerimize SAHABEYİ nasıl olurda ehli sünnetin algılaması gibi algılamasını beklersiniz?. Bu bakış acısı kolayına değişir mi? Ya da bu anlayışın doğru olmadığını söyleyenlere karşı bu neslin hangi gözle bakacağını sanırsınız?
Bu sorulara yalpalama ile tevil edilerek cevap verilmez. Buralar kamufle ile geçilmez. Yukarıdaki metinlerde yer alan hususlar yenilir yutulur değildir.

SAHABE’NİN SAVUNULACAK BİR YÖNÜ YOK!

Başlangıç itibariyle sahabe; her toplumlarda olduğu yada olacağı gibi; içinde seviye, anlayış, maddiyat, ve kültürel anlamda “a” dan “z” ye her tipten insanın olduğu bir yapıdadır. Yirmi üç yıl boyunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını; İslam'ın üstün değerleriyle eğiterek bütün insanlığı bu yüce dine davet etmek üzere hazırlamıştır. Sahabe öğrenilmesi gereken İslami gerçekleri kesinlikle bütünüyle anlıyorlardı. Şayet anlayamadıkları bir şeyler olsaydı kesinlikle onu Resûlullah'a (s.a.v.) sorarlardı. Özellikle hayatlarında kendilerini doğrudan ilgilendiren bir şeyleri olmuşsa, hele bu mesele bilhassa inanç yönünü ilgilendiriyorsa, kesinlikle açıklamasını da istemekteydiler.
Onlar o güzel tedrisata teslim olmuşlar, adalete uygun olan her şeyi yasamaya, doğru bildiklerini dile getirmeğe, İslam ahlak ve faziletini İslâm diyarının her tarafına ve imkânları ölçüsünde dünyanın diğer kesimlerine yaymağa; kendileri, babaları ve çocukları aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden ayrılmamağa gayret eden insanlar olmuşlardır. Şuna belirtmekte fayda vardır "Sahabe'nin adaleti" ifadesini, onlara "masumiyet/günahsızlık" izafesi gibi anlamak derin bir yanılgıdır. Bu ifade onların günahsızlığını değil, Din'in gelecek kuşaklara kavli ve fiilî olarak ideal tarzda aktarımındaki güvenilirliklerini anlatmaktadır. Bir Sahabenin adil olması demek, hadis rivayetinde dürüst davranması, Hz. Peygamber'e yalan isnad etmemesi demektir. Elbette Sahabe günah ve hatadan masun değildir, diğer insanlar gibidirler. Onlar da günah işleyebilirler. Ehl-i Sünnet arasında onlara böyle bir vasıf izafe eden de olmamıştır. Nitekim bu durumda olan bazı sahabelerin Hz. Peygambere gelerek vaziyetlerini anlattıklarını biliyoruz. Onların hata edip, günah işlemeleri hiç bir zaman hadis rivayetinde hile yaptıkları anlamına gelmez. Herkes gibi onlar da unutabilir, yanılabilirler. Ama kasıtlı olarak Hz. Peygambere yalan söz isnad edemezler Sahabeyi sahabe yapan onların masumluğu günah işlememesi değil işlediği günahlara karşın Hz Adem gibi pişmanlık duymalarıdır. Sahabe döneminde içki içenler olmuş, mevzi de olsa zina yapan ve hırsızlık yapanlar olmuştur. Bunlar bunun akabinde Hz peygambere gelerek suçlarını itiraf etmiş çok pişman olmuş kendilerinin cezalandırmalarını talep etmişlerdir. Günahlarının cezasını dünyada çekip öbür tarafa bırakmak istememişlerdir. Bu tür olumsuzlara bulanmış sonra cezasını kendi isteği ile çekmiş üç beş olayı geçmeyecek sayıda hadise yaşanmıştır. Cahiliye geleneğinden gelen onca insan İslami terbiye sürecinde ortaya çıkan üç beş kişinin davranışlarında tabi ki bizler için önemli mesajları içermektedir. Bugünün insanları işledikleri çok büyük günahları bile saklamakta onun için her hangi bir müeyyideyle karşılaşmamak için elinden gelen ne varsa yapmaktadır. Şu da bir gerçektir ki o dönemde yaşayıp kâinatın efendisini gerçek anlamda tanıyanlar çok şanlı bir nesildi. Peygamber gibi yüce bir insanı görmüşler onun sohbetlerinden geçmişler, onun her sözüne şahit olmuş bunlardan hangilerinin ibret için söylendiği, hangilerinin altında sünnetin yattığını öğrenmiş, hiçbir detayı kaçırmamak adına her sözü sorgulamış, O’nun arkasında ibadet etmişler islamı hep beraber yücelere taşımış akıl ve hayallere sığmayacak güzellikleri ve acıları hep beraber yaşamış bir guruptur. Nasıl ki sahabe, Müslüman olmadan evvel anlayamadıkları yani ikna olamadıkları bir şey karşısında, hemen silaha sarılıp peygambere karşı harb etmişlerdir. Fakat gerçekleri görüp ikna olunca yani Müslüman olunca da, hemen onu savunmak için mallarını, canlarını ve çocuklarını ortaya koymaktan kesinlikle çekinmemişlerdir... Oysaki onlar anlayamadıkları, iç yüzünü kavrayamadıkları, kısaca bilemedikleri bir din ya da inanç adına bunu yapmamışlardır. Tam aksine şuurunda oldukları bir inanç için yapmışlardır.
Evet, sahabe şeriatla ilgili bir takım müşkülat ve meseleleri Hz. Peygamberden sormuşlardır. Fakat bütün bu sordukları şeyler amelî olan yani nasıl tatbik edileceği ile alakalı olan şeylerdi. Yoksa itikada bağlı şeyler, değildi. Nitekim Abdullah b. Abbas (r.a.) şöyle der:
"Peygamber (s.a.v.)'in ashabından daha hayırlı bir topluluk görmüş değilim. Onların HZ. Peygamber (s.a.v.)'e, vefat edinceye dek sordukları onüç soru Kur'ân'da yer almaktadır.
Bu sorular; kadınların ay halinden, haram aylardan, yetimlere ait hüküm v.b. meselelerden ibaretti. Nitekim bu ayetlerde "Sana hayız dan sorarlar, sana haram aylardan sorarlar, sana yetimlerle ilgili sorarlar..." diye buyrulmuştur. Onlar sadece kendilerine yararlı olan şeyleri soruyorlardı" (. İbn Kayyım el- Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkîn, 1/71. )

"Miftahu's-Saâde" adlı eserin yazarı derki: "Hz. Peygamber (s.a v.) döneminde sahabe tek bir akide üzereydiler. Çünkü onlar bizzat vahiy dönemini yaşadılar. Doğrudan doğruya Hz. Peygamberin sohbetinde bulundular. Dolayısıyla kendilerinden şüphe ve vehim denen şeyi önlemiş oldular..." (Miftâhu's-Saâde, 2/162.)
İbnu'l-Kayyım da şöyle demektedir: "Sahabe birçok ahkâm meselesiyle ilgili tartışmalarda bulunmaktaydılar. Fakat sadece ahkâm ile ilgili meselelerde tartışıyorlardı. Kendileri mû'minler önde gelen isimlerinden oldukları kadar, iman yönünden de mû'minlerin en mükemmelleriydiler. Fakat yüce Allah'a hamdolsun ki sahabe, hiçbir vakit yüce Allah'ın isim, sıfat ve fiilleriyle ilgili olan tek bir meselede tartışmamışlardır."( İbn Kayyım el- Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkîn,1/49 ve Makrizî, el- Hıtât, 4/180)

Dost ve arkadaşlarını bizlerden çok iyi tanıyan ve bilen Hz Peygamber onlarla ilgili şu sözlerini boşuna söylememiştir.
“Nesillerin en hayırlısı zamanımda yasayanlardır. Sonra iman ederek onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir” (Ahmed b. Hanbel Müsned No:3594 K 26, B:1)
Asr-ı saadet İslam tarihinin altın sayfasını oluşturmuştur. O asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve dogru, Allah yoluna yapılan da'veti yeryüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görülmemiştir.
Bu dönemde hafızlar her tarafa yayılmış, tabiîn gençleri sahabilerin bulundugu yerlere giderek onlardan hadisler ezberlemis, sünneti kaybolmaktan kurtarmışlardır, onları takip eden diger gençler de Tabiî'nin Ashab'tan hadis nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemişlerdir. Böylece sünet emaneti Mâlik, Ahmet ve diger tedvin ehli olan zatlara ulaştırılmıştır. Allah'ın kitabından sonra müslümanların en degerli ve kıymetli varlığı sünnetin bugünlere ulaşılması sağlanmıştır. Bütün bunlarla sahabe ve çocukları dünyanın en güçlü devletini oluşturmuş, islamı Asya, Afrika ve Avrupa ya kadar götürmüş oralarda islam devletleri kurulmasını sağlamışlardır.
Sahabe hayatını inceleyip onların insan olmaktan kaynaklanan kusurlarını tespit edip onları gözden düşürmeye calışan bir mantık ile Kuran-ı kerimi bir şey öğrenmek ve ibret almak niyeti ile değil de, içinde görmek isteği celişkileri ortaya cıkarmak ve kuran a iftira atmak amacıyla inceleyen bir papaz arasında bir fark bulunabilir mi? Bugün dünyanın her tarafında ezan sesleri duyuluyor ise hepsi onların ektikleri tohumların meyvesidir. Şimdi yirmi birinci yüzyılda, bin dörtyüz küsür sene önce yaşamış onca hizmeti ve şahsiyetli geçmişleri olmuş insanların kusurları nelerdi, nerde yanlış yaptılar? Onları nasıl karalayabilirim? Tarih kitaplarında bir ipucu bulurda onu asıl mecrasından uzaklaştırıp çok farklı anlamlar çıkarmasını sağlarım da bunları önçe inananların gözlerinden düşürüp güveni sarsarım. Sonra da onların bize ulaştırdıkları bilgileri değersiz kılarım düşüncesi ve fitnesi ile yatıp kalkan altniyetlerin var olduğunu bu amaçla yazılmış kitapları incelediğiniz zaman çok açık ve net görebiliyorsunuz. Hem onların amaçlarını öğreniyor hem de bu niyetler uğruna ne yalanlar, iftiralar ve iğretiler üretildiğini fark ediyorsunuz.

İslamın tamamlanması 23 yılda olmuştur. Bu sürecde peygamberimizin etrafında olan insanların eğitimi islama ısındırılması bir takım alışkanlıkları kazandırılması ve bu esnasda kişilerin genele ya da Hz Peygamberimize yönelik kusurları anında Allah ın ikazına sebep oluyordu. Bunu fark eden muhataplar tövbe ediyor bir daha bu hatayı yapmamak üzere kendini frenliyordu. Bir başkası başka alanda hata yapıyor yine uyarılıyor ve muhataplar ayağını buna göre denk alıyordu. Cehaletin çukurundan kurtulan bu insanlar yirmi üç yıl içinde insan olmanın vasfını iyice kazanmışlardı. Bu sürecin içinde iyi niyetli olmayan ancak islamı kabul etmiş görünüp inananların arkasından düzen kuranlarda vardı. Bunlar savaş esnasında inananları yanlış yönlendirmeye kalkıyorlar, savaşın tam ortasında savaş alanını terk edip gidiyorlar, farkı aileleri birbirine düşürüp nifak cıkartıyorlardı. Bunlarda Hz Peygambere bildiriliyordu. Hatta bunlarla ilgili münafukın suresi nazil olmuştur. Sürecin bütününde hata yapa yapa öğrenen sahabe olduğu gibi sürekli fitne çıkaran münafıklarda bulunmaktaydı. Bunların daha sonraları İslam toplumundan kovulduğunu biliyoruz. Bu ayırımı yapamayan ya da yapmak istemeyen münafıkları sahabeden birileri olarak niteleyen, bu süreci tersine çevirmek isteyen adı Müslüman olan insanları da unutmamak gerek.
Eğer İslama, Kuran’a ve Hz Peygambere Karşı hakikaten Allah için bir sevgi saygı duymuyorsanız böylesi bir sahabeye küfür edebilirsiniz!
İslamın gerçekleri böyle ama bir nesle (SAHABE’NİN SAVUNULACAK BİR YÖNÜ YOK!
NEDEN Mİ? (2) başlığı altındaki metnindeki öğretileri islamın gerçeğiymiş gibi öğretmişseniz o zaman
Farklı bir durum çıkıyor ortaya. Devamına aşağıdan ulaşabilirsiniz.
http://ehlibeytinsahabeyebakisi.blogspot.com/2010/06/sahabenin-savunulacak-bir-yonu-yok_21.html