13 Ekim 2011 Perşembe

NEDEN ŞİA İLE İLGİLİ BİR ÇALIŞMA?

   
 

FARKLI DÜŞÜNSENİZDE BİR OLUNUZ.
       1989 yılından beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe, bu sürecin Türkiye’deki uzantılarını takip ettikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu sürecin yönetimi ve uzantılarındaki hedef islamın muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende. Yanılma payımı yok etmek ya da en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine, hadis, tefsir ve tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla Şiilerin Kuran’a bakışı öncelikli olarak kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıkları en dikkate değer bir olgudur. Yine bu paralel de uydurulan binlerce hadis gözden kaçmamaktadır. Yani bu üç alan (Tevsir-Hadis_Tarih) Şia inancında boşluk bırakmamak ve bir birini tamamlamak üzere ilmek ilmek örüldüğünü görüyorsunuz. Kurgulanmış tarihlerine delil bulmak için KURAN’ tevil ettiklerini hadis uydurduklarını bir başka boyutuyla uydurulan hadislerle, inançları doğrultusunda Kuranı yorumlayıp tarih kurguladıkları görmemek hiç mümkün değil. Ne olursa olsun kutsal değerleri amacı dışına taşıyarak inançları lehine bir görüş çıkarma gayretleri çok aşırıdır. Bu kurgulamalar bir birinden farklı düşünen Şiiler tarafından farklı ortamlarda yapılması sonucunda bir birinden çok farklı şii inanç akideleri meydana getirmiştir .. İmametin farz olduğuna inanan çoğu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Herkes kendi imamının hakiki imam olduğu konusunda da bir sürü arguman üretmiş görünmektedir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. İşte islamı bilmeyen Müslümanların önündeki derin tehlike!

Türkçe faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki sitelere bu konulardaki araştırma metinleri ile diyaloga girmek istedim. İyi karşılanmayacağımı biliyordum ancak çok büyük hakaretlerle muhatap olacağımı da hiç düşünmemiştim. Ne seleficiliğim, ne Vehbiliğim, ne de kâfirliğim kaldı!.
Oysa benim amacım başkalarının inançlarına saldırmak değil. Bel altı yapmadan doğruları saptırmadan, delil diye ortaya konulan şeylerin bütün yönleriyle ele alınarak doğruları tespit etmek kimin yanlış ya da eksikleri varsa bunu bir şekilde tamamlayarak vahdete bir adım yaklaşmak. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres de vermiyorum. Çünkü taassubun gözleri o kadar kör ki, karşısındakinin söylediği yüz de yüz doğru olsa bile doğrunun geldiği yer kendisi gibi değilse redde biliyor. Bütün bunlara bakıldığında bir adreste buluşmak pek mümkün görünmese bile en azından ifrat ve tefritten uzak kalınarak daha makul olmak,tekfir etmemek o kadar zor mu?
Mezhepsizliği savunanların islamı uygulamaların nasıl yapılacağı konusunda her konuda söylemlerinin olduğunu görüyorsunuz. Dolayısıyla bu söylemleriyle kendileri bir mezhep koymuş oluyorlar. Aslında inananları bir kere daha bölmeye çalışıyorlar. Daha fazla bölünmeden İslam’dan uzaklaşmayan bir mezhebe dâhil olmak en iyisi. Ancak, mezhepçilik son derece tehlikeli!. Çünkü mezhepçilik yapan birisi islamın aslından olmayan bir konuda bile farklı yorumu kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebiliyor. İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade etmiştir.
Bütün bunları kısa örnekleriyle ifade ederek okuyucularla paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım.
Bu konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz. Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz. Demem o ki tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır. Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri.
Esas vurgu yaptığım konu Vahdet konusudur.

7 Ekim 2011 Cuma

NASIL BÖYLE OLDUK?



Mezhepler islamın kendisi değil bir yorumudur. Ancak islamın ötesinde bir şey de değildir. Mezhebi, Hz Peygamberin İslamı anlama ve yaşama biçimini bize ulaştıran ana bir yol diye nitelendirilebiliriz. Kuranda, ibadete yönelik emir ve telkinlerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiği konusu detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Bu hususları Hz Peygamber uygulayarak ümmete örnek olmuştur. Bunu yakından gören öğrenen ve uygulayan sahabe onları takip eden tabiin kendi nesillerine gerek yazılı gerek eylem olarak ulaştırmışlardır. Bu böyle devam ederken İslam dışı eserler ile başka dinlere ait eserler arabca’ya tercüme edilmeye başlamıştır. Tercüme eserleri okuyan ilimi sahiplerinin bir kısmı islama farklı cerceveden bakmayı kendilerine bir ayrıcalık saymaya başlamışlardır. Bunun sonucu farklılaşma yavaş yavaş yeşermeye başlamıştır. Bu sürec devam ederken, her gün binlerce hatta on binlerce insanın islama girdiğini, Müslüman olanlara aynı hızda islamı öğretinin sağlanamadığını da unutmamak gerek. islamı bilmeyen bu grupların islamı yeterince öğrenemedikleri yetmezmiş gibi, bir de kendi kültürleri (örf adet ve görenekleri) islama yamamak istemeleri, toplumdaki inanç farklılaşmasının sebepleri olmuştur. Bütün bunlardan başka Müslümanların içinde yaşayıp islamı bir türlü hazmedemeyen grupların İslam düşmanlığına yönelik hazırladıkları eylem planlarını uygulamaya koymaları, üst üste oluşan süreçlerdir. Bu olumsuzlukların üst üste gelmesi sonucunda bir okul konumunda olan o günkü İslam âlimleri, tehlikenin boyutunu farketmiş zaman geçirmeden calışmalarına başlamışlardır. Bu çalışmalarını İslami geleneğe en ufak bir yara vermeden, sürece dahil olmak isteyen sapmaları bir bir ayıklayarak adım adım çok dikkatli bir şekilde sürdürmüşlerdir.

Hz Peygambere dayanan İslami fiilleri toparlayarak başlanırken, sonradan oluşan sorunlara yine kuran ve sünnet ışığında yaptıkları içtihatların bütününü dahil etmişlerdir. Onların talebeleri de bu sürecin devamında çıkan sorunlara aynı yöntemle cevap oluşturmuşlardır. Bu birikimlere mezhep denmiştir. Bunların geneli fıkıh konularıdır. Bunların dışında aynı süreçte itikadı sapmaların yaşandığı da görünmektedir. Bu sapmaların boyutlarını gören İslam âlimleri bir müslümanın neye nasıl inanması gerektiğini hangi hallerin insanı küfre götürdüğünü yine hadis ve Kuran ışığında yazılı metin haline getirmişlerdir. Tabi yorumların girdiği alanlarda âlimlerin bir birinden farklı görüşleri olmuştur. Bugün Müslümanlar arasındaki tefrikanın sebeplerinden birisi de bu yorum farklılığından gelmektedir. Çünkü her yorum kaynağını her ne kadar Kurandan aldığını ifade etse de Kuran dışı bir takım şeylerden etkilendiği bir hakikattir. Yine bu dönemde bazı grupların benimsediği görüşlere ayetlerden delil bulma çalışmalarına gidilmiştir. Hatta öyle bir durum hâsıl olmuştur ki, her görüş ün isbatını sağlamak için ayetlerden delil bulmaya çalışılmıştır. O dönemlerin yetişkin âlimleri bu yöntemin yanlış olduğunu bir görüşe delil Kuran’ın bütünlüğüne dikkat edilerek görüş oluşturulacağını, İtilaflı konuların yorumlarında çok aşırılığa gidildiği Kuran’ın o konudaki ifadesinden uzaklaşılıp başka anlamlar yüklendiğini söylemişlerdir. Asırlardan beri söylenegelmektedir. Ancak, bunu duymak istemeyen farklı anlayıştaki gruplar bu konularla ilgili Kuran’ın bütününe ve Arapça ifadelerinin karşılığına itibar etmemişler, Kuran’ın herkes tarafından anlaşılamayacağı tezi üzerinden konuyu farklı mecralara çekmişlerdir. Mesela “Kuran bir fitnedir. Bunu biz anlayamayız. Bunu ancak yaşayan Kuran Ali anlar “ söylemi ile kendi yorum ve düşüncelerini Hz Ali nin adı ile güçlendirmeye çalışmışlardır..
Aslında bu süreçlerin başandığı dönemlerde Bugün herkezce çok iyi tanınan İslam âlimleri arasında hemen hemen hiçbir konuda farklı itikadi anlayışlar mevcut değildi. Hatta onlar Emevi ve Abbasi zulmüne karşı ortak tavır içindeydiler.
Ancak, kendisine şia (taraftar) adını veren gruplar, imamlara giydirdikleri masum zırhı ile imamlar adına oluşturdukları akideleri, hakikat diye çevrelerindeki bilgisiz insanların kabulünü sağladıkca güçlendiler, zulme baş kaldıran ehlibeyt mensuplarına bile kafa tutmaya başladıklarını görüyoruz. Bunun örneklerinden biri hatta en belirgin olanı Hz Zeyd’dir. O (r.a.), Raşid imamları kötüleyenlerle birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman fr.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapma¬cık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka birşey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep oldunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüle¬memeye, bu kişilerin Rasulullah'a nisbetle, Hz. İsa'ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.
Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman'a geldi. Onlar'a şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan ,Allah'ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, Allah ve Resulüm''" yardımına koşan ilk muhacirlerden." (Haşr 8) misiniz?
Onlar:
- Hayır, dediler.
Allah'ın "Muhacirler'den önce Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip «etenlere sergi beslerler. (Haşr 9) buyurduklarından mısınız?
- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:
- Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, Allah Teala'nın şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa¬hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma" (Haşr 10)
Yanımdan kalkıp gidin! Allah ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! "(-lBidaye Ve'n-N'haye 9/107 Bu rivayel Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin'e hirH fK vk nakledilmi§tir)
Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona gö¬re dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyordu.
Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali'nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin'e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:

- Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:

- Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirile¬cektir.
Bu onurlu duruşu gösteren ve bundan asla taviz vermeyen Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş, başarısı için çok büyük gayret göstermiştir. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı savaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı¬şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.
İmamı Azam’ın desteğine çok içerleyen zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş, zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur.
İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları «Zeyd'le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında sa¬vaş şiddetlenince, taraftarları Zeyd'e şöyle demişlerdir:
«Biz sana, deden Ali b. Ebi Talib'e zulmeden Ebubekir ve Ömer hakkındaki gö¬rüşünü bize bildirdikten sonra yardım edeceğiz.» Bunun üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden başka birşey söyliyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, de¬dem Hüseyin'i öldürdüler, «Harre» savaşında Medine'yi yağma etti¬ler. Sonra Beytullah'a mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd'den ayrıldılar.» (Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eseri)
yine bir başka kaynakta" Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir.
Evladı resule en büyük zulümleri kendilerinin etmesine rağmen, onların üzerinden prim yapmaktan geri kalmamışlardır. Tarih boyunca Şiilerin kalpleri hep ehlibeytin yanında, kılıçları ise karşılarında olmuştur. Hz. Ali, Hasan, Hz. Hüseyin, imam Zeyd gibi ehlibeyt büyüklerine etmediklerini bırakmamışlardır. Bu durumu imam Zeyd’in şu vecizesi tamamen özetlemektedir.
“Rafızîlerin bize yaptıklarını kanımıza giren Emeviler yapmamıştır. (Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, c.4, s.47)
Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd atası Hz Hüseyin gibi mücadelemsinde ihanetle karşılaştığı için yenik düşüp şehit edilmiştir. Zeyd yerine Yahya geçti. O da Emevilerin son dönemlerinde öldürüldü. Yerine Ebu Hanife'nin hocası Ab¬dullah b. Hasan'ın iki oğlu Mulıammed el-İmam ve İbrahim el-İmam geçti. Nitekim bu olayın benzeri süreç babası İmam-ı Zeynelabidin’in de başına gelmişti. Şii âlimlerinden kadi Nurullah Şüşteri, Cila-ül-uyun adlı eserinde İmam-ı Zeynelabidin’in Kufe şehrine getirilince, katillerimiz Şiilerdir dediği açıkca yazılıdır
Aynı dönemde Hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı da Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yâd ederlerdi.
Ehlibeyti hakiki sevip onun yolunu takip ettiğini söyleyen grupların, İmam zeydin şehit edilmesinden sonra bu sevgiyi bir tarafa bırakarak, Şia’yı Şiacılığa acımasızca dönüştürdüğünü görüyoruz. Yezit döneminden başlamak üzere camiden uzak kalan bu sebeple islamdan bihaber kalan bu grupların, İslam adına sadece Ali ve evlatlarını sevmeleri onları hakiki İslam anlayışı içinde tutamamıştır. Bir takım fitne hareketlerinin güdümüyle hakikatlerin hissiyatın gölgesinde yok olup gittiğini fark edememişlerdir.
Bu olaydan sonra Şiilere "Rafızi" (ayrılanlar) denilmiştir. Bu sürecin devamında ehlibeyt imamlarının içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Bunlarda kendi aralarında bölünmeler yaşadı. Her ayrı grup kendini hak yolda olduğunu göstermek için ehlibeyt mensuplarını bu sürecin içine müdahil kılmaya çalıştılar. Bunların ortak kullandığı zemin ehlibeyt sevgisi, ehlibeyt mektebi, sahabe düşmanlığı gibi söylemleri mevcuttur. Hz Ali den yaklaşık iki asır sonra onun vaazlarından derlendiği iddia edilen aslına ilaveler yapılan Nehcul Belaga’nın tercümesi bile farklı farklıdır. Her grup kendisinin hak diğerlerinin batıl olduğunu iddia etmektedirler. Bu sebepten dolayı bu inancın içinde olanlar kendileri dışındakileri “Gullat” olarak adlandırmaktalar. Bu alanın geniş bir araştırılması sonucunda görülen şudur ki; ehlibeyt mensuplarının büyük bir çoğunluğu bu grubun ne içinde, ne de yanında olmuştur. Ancak bazıları tamamen insanı duygular eşliğinde, zulme duydukları öfke, Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından duydukları rahatsız nedeniyle zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak bu grupların niyetlerini anladıkları an İmamı Cafer, İmamı Bakır, İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Özellikle şu hususun altı çizilmelidir ki, hiçbir ehlibeyt imamının itikadi ve İslami düşüncesi bugünkü “ehlibeyt mektebi” felsefesiyle ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar

6 Ekim 2011 Perşembe

Şİİ İTİKADININ GEÇİRDİĞİ EVRELER


   


 Şia anlayışı, Ali ve evlatları sevgisi dışına taşıp, Şiilik ideolojisine  dönme süreçlerinde Kuran ve nebevi örnekliği pek dikkate almamıştır! Başlangıç itibariyle, itikadı yönden sürekli değişen bir süreç yaşandığı söylenebilir! Şia' anlayışında da;  muhalefet olmanın,  zulme uğramanın, verdikleri sözde durmamanın, zaman zaman kısa dönemlerde iktidarda bulunmanın etkisiyle kendileri acısından olumsuz görünümde olan geçmişlerini tamir amacı ile geriye dönük bir hayli rivayet uydurulmuştur!..  Zamanla bunlar itikada dönüştürülmüş, Emevi saraylarında yapılan büyük hataların bir benzerleri de kendileri yapmıştır!   


  Şöyle ki;
 Hz. Peygamber'in soyundan gelen Meşhur alim Zeydi imamlardan İbn Murtaza'ın Hz. Ali’nin İmameti ile ilgili sahabe zamanı ile sonraki süreçte değişmeler olduğunu ifade etmektedir.
 "Rafızilerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık,' mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammar, Ebu Zer, Mikdat b. el- Esved'in de Ali'nin imam olduğu görüşünde olduklarım ileri sürmüşlerdir. Lakin, isimleri zikredilen bu kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer' den teberru ettiklerini açıklamamış olmaları ve ikisine de, sövmemiş. (sebbetmemiş) olmaları, Rafızileri yalanlamaktadır. Öyle ki, onların iddialarının aksine; Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin, Ammar da Kufe valiliğinde bulunmuştur. ... Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkib, 34).
 Eğer bu siyasi mücadele, dini bir mücadele olsaydı Selman Farisi hiç Hz Ömer döneminde valilik yapar mıydı? Hz Eyüp El Ensari, emevilerin ardına düşüp İstanbul’un fethine gider miydi? Kaldı ki bu iki güzide insan Şiilerin hakiki sahabe olarak benimsedikleri kişiler arasındadır!.


 Muhammed b. Hümeyd, Cerir'den, O da Sufyan'dan, O da Abdullah b. Ziyad b. Hudeyr'den rivayet ettiğine göre Abbullah b. Ziyad b. Hudeyr şöyle diyor:
“Ebu İshak Es-Sübey'î Kûfe'ye geldi. Şemr b. Atiyye, birlikte yanına gitmemizi istedi. Yanına gittik ve sohbet ettik.” Ebu İshak şöyle dedi:


“Ben Kûfe'de iken istisnasız olarak bütün Küfe ehli Ebubekir ve Ömer'in (r.a.) faziletlerine inanıyor ve onları sair ashaba tercih ediyorlardı. Şimdi ise konuşabildikleri kadar konuşuyorlar. Vallahi ne dediklerine akıl erdiremiyorum.” Ebu ishak Osman'ın (r.a.) şahadetinden üç sene önce doğdu. Büyük alimlerden olan Ebu İshat uzun bir hayat yaşadı ve H. 127 de vefat etti. Ali'nin (r.a.) hilafeti esnasında çocuk olan Ebu İshak, Onun hakkında şöyle diyor:
 Ali (r.a.) Kûfe'de mimberin üstünde hutbe irad ederken babam beni kaldırdı. Onu beyaz saç ve sakalıyla gördüm.
 Ebu İshak'ın Kûfe'yi ilk defa ne zaman terk ettiğini ve ondan sonra tekrar Kûfe'yi ne zaman ziyaret ettiğini bilseydik, Kûfe'deki alevîlerin Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) ne zaman tercih ettiklerini ve ne zaman terk ettiklerini bilecektik.
 Ali (r.a.), Küfede Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) methederken aleviler de Tahkim (Hakem olayı) hadisesine kadar imamlarına muhalefet etmemişlerdir. Maalesef bu olaydan sonra haricîler ve onların bir fırkası olan İbâdiyye aynı istikamette kalmalarına rağmen alevîler imamlarına muhalefet ederek Hicri Birinci asırdan sonra Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında ileri geri konuşmuşlardır.)


 Damure, Said b. Hasan’ın, Leys b. Ebi Selim'den aşağıdaki, sözleri işittiğini nakleder. Leys (Leys b. Ebi Selim el-Kureyşi el-Kûfi, âlim olup İkrime'den hadis nakletmiştir. Ma'mer, Şube ve Sevri'nin hocalarındandır. Küfe’nin en iyi âlimlerindendir. H. 143 te vefat etmiştir. ) şöyle diyor:
“İlk şiîleri gördüm. Onlar Ebu Bekir ve Ömer'e hiç kimseyi tercih etmiyorlardı.”
Ahmed b. Hanbel, Sufyan b. Uyeyne'den O da Halid b. Seleme’den, O da Mesruk'tan rivayet ettiğine göre Mesruk şöyle diyor : “
 “Ebubekir ve Ömer'i sevmek ve onların faziletlerini bilmek sünnettir.”
Mesruk, Kûfe'de bulunan en büyük tâbilerden idi. Tavus da aynı görüştedir. Aynı rivayet, İbni Mesud'dan da nakledilmiştir. İlk şiîler elbette Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) tercih edecekler. Çünkü Emirulmü'minin Ali'nin (r.a.):


“Bu ümmetin peygamberlerinden sonra en hayırlıları Ebubekir ve Ömer'dir.” dediği sabit olmuştur.
 Bu söz birçok yollarla nakledilmiş hatta seksen ayrı yoldan geldiği ayrıca beyan edilmiştir.
 Buhari yukarıdaki sözü El Hemdaniyyen (iki Hemedanlı) hadisiyle sahihinde nakletmiştir. Bu iki Hemedanlı da Ali'nin (r.a.) en samimi arkadaşlarından idi. Öyle ki Ali (r.a.) bir şiirinde onlar hakkında şöyle diyor:
 Cennetin kapıcısı olsaydım,
İki Hemadaniye selametle girin, derdim.
 Buhari'nin, Süfyan-i Sevri'den, O da Munzir'den (bu iki zat da hemedanlıdır) O da Muhammed b. El-Haneîiye'den rivayet ettiklerine göre, Muhammed b. El-Hanefiyye (Ali'nin (r.a.) oğlu) şöyle diyor:


“Babacığıma Rasulullah'dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. Ebubekir'dir dedi. Ondan sonra kimdir? Diye tekrar sorunca; Ömer'dir, dedi.”
Muhammed b. Hanefiyye'nin naklettiği bu sözler, bizzat babası tarafından ve açık olarak mimberde halka açıklanmıştır.
 Yine Muhammed b. El-Hanefiyye'den rivayet edildiğine göre Ali (r.a.) şöyle diyordu:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birisini bana getirirlerse, mutlaka Onu iftira cezasıyla cezalandırırım.”
Yin bu konu ile ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü...” (Mâide: 5/54)
 Rasulullah, şiddet ve merhameti birleştiriyor, adalete uygun olanı emrediyordu. Ebubekir ve Ömer'de (r.a.) O'na itaat ediyorlardı. Böylece Onların hareketleri kemâl-i istikametle gerçekleşiyordu.
 Rasulullah vefat edince bu iki zat, ayrı ayrı Peygamberlerinin halifeleri oldular. Ama hem sahabenin hem de sahabeden biri olan Hz Ali nin kabul ettiği bu halifeleri, ne acı ki daha sonraları birileri  Ali adına reddetmişlerdir.
Şia gruplarından bazıları Masum İmam’ın hangi ırkiyattan geleceğini tespit edip ilan ettiklerinde umduklarını bulamamışlardır. Söz konusu imamları kendi yanlarında göremeyince, süreçleri masum imamlar adına tamamen kendileri yönetmeye başlamış bunun daha kolay olduğunu görünce imamların fikirlerine bir daha itibar bile etmemişlerdir. Onlar adına hem inanç akideleri oluşturmuş hem de mevcut iktidarlarla savaşa girmek istemeyen ehlibeyt mensuplarını pasifize ederek onun adına iktidarı ele geçirmek için siyasi mücadeleye girmişlerdir. Bu bilgiler bize kendini şia olarak adlandıran kişilerin metinlerinden gelmektedir. Ha şu denilebilir ki şia olan birisi kendi açıklarını neden versin? Bunun cevabını bulmak içinde kaynaklara bakıyoruz ki, göründüğü kadarıyla bir hakiki şia var. Bunlar tarihi olayları olduğu gibi bize yansıtan Hz Ali’yi ve ehlibeyti kan bağından ya da ırkiyat den dolayı değil onları kişisel özelliklerinden ve Hz Peygamberin yakınları olduğundan dolayı sevenler. Birde sonradan türeyen “Şiacılar” var ki bunlar çıkarlarını korumak için insanların içini acıtan olaylarla ilgili acitasyon yapmış destanlar ve tarih kurgulamışlardır.


Bu yetmemiş gibi hadis uydurmuşlar. Senoryalarını doğrulamayan reddeden Kuran’ın itibarını düşürmek için de farklı şekillerde kurana iftiralar atmışlardır. Bunlar tutmayınca da ayetleri tevil ederek uydurma yorumların adını İmam sözleri olarak yaymışlardır.


 Bizim konumuza esas olan grup hakiki  Ali şiası  değildir. Ali’yi diğerlerinden çok seversiniz. Haklı bulursunuz. İslama hizmette en başta olduğunu söyleyebilirsiniz. Bundan dolayı ilk halife olması gereken oydu diyebilirsiniz. Ona haksızlık yapılmıştır diyebilirsiniz. Bunlar insani tercihlerdir. Dinin konusu değildir. Zaten Ali ve arkadaşları sevilmeyecek birisi değildi ki! Onu ancak içinde Allah’a husumeti olanlar sevmez! Onlarında kim olduğu biliniyor!.


 İnsani olanlarla insani duyguları, bir takım siyasi ayak oyunlarını,  bir birine karıştırarak hakikatlerin önünü yüzlerce yıldan beri kapatan ve uydurma anlayışlardan çıkar sağlayan islamı farkında olarak ya da olmayarak bölmeye çalışan, daha kendi içinde birlikteliği sağlayamadan bütün İslam alemine savaş açan zihniyetedir, bütün inananların sözü…
Şiacılar Zayıf kaldıkları dönemlerde dışarıya karşı kendilerini saklama ihtiyacı duyduklarında diğer insanlar gibi görünmüşlerdir. Bunu hazmedemeyen kendi taraftarları bu ikiyüzlülüğe karşı çıkınca bu durumu kurtarmak için dine, Takiyye’yi inancını vazgeçilmez bir unsuru olarak ilave etmişlerdir.


 Yukarda belirtilen hususların daha iyi anlaşılması için şu örneği verebiliriz.
 Hz Hasan’dan sonra imam olarak onun çocuklarından biri değil de neden Hz Hüseyin İmam olmuştur, Eğer imamlık kardeşten kardeşe geçiyorsa daha sonraları bu süreç neden böyle yürümemiş hep babadan oğula geçmeye başlamış!. Eğer bu secim liyakate göre seçiliyorsa neden Hz Hüseyin’in diğer hanımından olan cesur ve atılgan oğlu Ömer değil de, kasını ye muharebesinde ölen İran Kralı Yezdicet n kızı şehrebanu ile evliliğinden doğan pasif kabuğundan dışarı çıkamayan Zeynel Abidin diye bildiğimiz kişi imamlığa getirilmiştir. (Hz Hüseyin’in fars kralının kızında olma Zeynel Abidin’den imam neslinin devam etmesi tesadüfü bir olgu değildir) buraya bakınız.


 Kaldı ki sürekli pasif konumda kalan Zeynel’. Eline kıyam için birçok fırsat geçmesine rağmen kılını kıpırdatmamıştır. Medine halkı Yezit’e isyan ederek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. (Tarihi, Taberî, c. 7, s. 3 -13; İbn-i Esir, el kâmil, c. 4, s. 40 -41 ve İbn-i Kesir, el bidaye, c. 8, s. 216; İbni, Abdirabbih, Ikdu'l-Ferid, c. 4, s. 388)
 Bundan başka İbni Zübeyir, Mekke’de yeni bir devlet kurmuştu. Dikkate değer bir şey ise, Emeviler, Mervan döneminde en zayıf anlarındayken aynı dönemde Irak’ta Muhtar Es-Sekafi tarafından Küfe merkezli güçlü bir Şii devlet teşekkül etmişti. (Taberi, Tarih c. 7, s. 100-110; Dineveri, Kitabülahbar s. 290-295; İbni Esir, El-kâmil c. 4, s. 112-116). Bütün bu fırsatlara karsın en küçük bir risk almayan Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’den ve de Emevilerin sözünden çıkmamıştır. Zeynel bu devlete gitmeye, hatta bu devletten gönderilen paraları yemeye bile cesareti yoktu. (İbn-i Sa'd-Tabakat c. 5, s. 213 ) denilmektedir. Eğer imamlık Zeynel’e bizzat ALLAH tarafından verildiyse, bu fırsatları kullanmadığı, hatta en ufak bir girişimde bile bulunmadığı için büyük bir cürüm işlemiş olmaz mı? Buna rağmen Zeynel’in rakipleri arasından seçilmesinin tek bir sebebi vardır: Hz Muhammet’in değil, son İran şahı Yezdücerd’in torunu olmasıdır. İşte İran kökenli Şiiler Zeynel Abidin ve onun çocuklarını mazilerindeki kralın konumuna, koymuşlar söz konusu imamları da olağan üstü güçlerle donatmışlardır. başka birilerini asla İmam olarak kabul etmezler. Neticede bugün 12 imam adı ile tanımlanan kişilerin hepsi bu ananın çocuklarıdır. Diğer şia gruplarından olan zeydileri ve ismailileri asla tanımazlar. Hz Hasan’ın çocuklarından her hangi birinin imam olmaya da hakkı yoktur. Ne de bugün adları bilinmektedir!
İşte imamet seçiminin nasıl yapıldığını konusunda tarihe baktığınız zaman bu seçimin tamamen bir ırkiyata dayandığını sondan da durumu kurtarmak için bir hadis uydurulduğunu görüyoruz “ Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
“Ancak bu hadis metni ile insanların kafasındaki soruların giderilemeyeceğini düşünen Şiacı alimler, yine sonuca göre yeni yorumlar yapmak durumunda kaldılar. Nasıl mı?
Hz Hasan Muaviye ile savaşa girmeden halifeliği devretmesi, Hz Hüseyin’in kıyam ederek şehit olması, Zeynel Abidin’in kıyama girişmeyip bütün ömrünce dua ile geçirmesi bunun adı da “dua ile kıyam “ etmesi, İmam Cafer’in siyasete bulaşmayıp ilimle uğraşması, gibi. Diğer imamların hayatlarında öne çıkan davranışlardan ne varsa.
 Bunlar bu davranışlarını kafalarına göre yapmadılar.
 Ya!....?
 Bunu da Allah’ın emrine göre yaptılar! İşte vasiyet! Kim ne diyebilir? O zaman sorabilir misiniz Hz Hasan’ın çocuklarından birisi neden imam olmadı? Hz. Zeyd kıyama kalkıştı, şehit oldu, onu neden imam sayılmaz? Zeynel Abidin hayatı boyunca elinde onca fırsat varken, neden kıyam etmedi? ya da kurulan şii devletinin başına geçmedi! Sorularını sorduğunuz zaman verilen cevap çok ilginç değil mi!::? Hani yalan bir rivayet var ya! İmamlara verilen bir kitap, vasiyet!.. Güya imlar vasiyeti okuyorlar, kendileri için, Allah orda ne buyurmuşsa onu yapıyorlar!.  Diyelim ki öyle.. Hem bu yalana inanıp hem de, imamet bu imamların hakkıydı iddiası bir birini çürütmüyor mu!?  O zaman Hasan'ın vasiyetinde haşa Allah  iktidarı Muaviyeye teslim  et mi dedi! Eğer öyle dediyse Muaviye ile derdiniz ne demezler mi adama!
İslam’da yönetim şunun bunun hakkı değildir. Allah kitabında ehliyet ve liyakatı getirmiştir. Bir toplum başına ehliyet ve liyakatlı birilerini değil de, yönetimde zayıf olanlar,  sahtekarları getirirse cezalarını kendileri çeker. Osman çok iyi bir insan olabilir. Nitekim de öyledir. Ama son altı yılda yönetimi kendi akrabalarından olan hırsıza arsıza valilikleri iktidar gücünü teslim etmesiyle kendisinin şehit edilmesine bir noktada zemin hazırlamış olmadı mı? Ondan sonraki bütün fitne hareketleri bu zayıf yönetimin sonuçları  değil mi?
Eğer Ömer sonrası daha ehliyetli olan Ali iktidar yönetimine getirilse idi belki bugünkü fitne ayrıcalık olmayacaktı!.
Acaba şöyle bir soru sorsak cevabı ne ola ki!!?.


 Bu vasiyetten Hz Zeyd’in haberi var mıydı?
Galiba yoktu. Olsaydı Zeynel Abidin’in imamlığını kabul ederdi. Eğer böyle bir vasiyet var idiyse, Muhammet Bakır bunu Hz. Zeyd’e gösterebilirdi! Ya da neden göstermedi?
 Görülüyor ki, bu vasiyet de sorunu çözmeye yetmemiş! O zaman ne yapmalı? Bu sefer Kuran’a müracaat etmeli. Masum bir imam adıyla konuya uygun bir ayet bulup tevil ettirilip sonuca gidilmesi en doğru yol. Hem bu yöntemle ehlibeyt konusuna da netlik getirilmiş olur!.
İşte Meşhur her derde çare bulan Kuleyni’ nin, El Kâfi’ si. Bu sorunu da çözmüş görünüyor. El Kafi, 753 nolu hadis


“... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed Bâkır): “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” (Ahzab 6) ayeti kimin hakkında indi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu ayet, Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan oluşan diğer Müslümanlardan daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” “Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” diye sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”


Ehlibeyt anlayışı önce kutsallaştırılmış sonrada bir takım evrelerden geçmiştir! Önceleri  Peygamberimizin eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını kasteden ehlibeyt kavramında iken, önce, Hz. Muhammet’in eşleri, sonra duruma ve koşullara göre tüm Haşimiler, tüm Ebu Talip soyu çıkartılmıştır. Daha sonra da sadece  Hz.Ali ve Fatma soyu ile daraltılarak tek bir kanal yöneltilmiştir!  Müslümanlar içinde fitne daha fazla büyümesin, Müslümanların kanı boşuna akıtılmasın diye mecburen iktidarı  Muaviye ye vermek durumunda kalan  Hz. Hasan’ı bir çok şiacı zihniyet kabahatli sayarlar! İmameti muaviyeye verdi diye!  Hasan suçlu görülmesi nedeniylede İmametin devamında soyunu bir şekilde kesmişlerdir!!  Hz Hüseyin’in soyu da, ancak İran Şahının kızı vasıtasıyla gelen Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek temsilcisi olarak kalmıştır!!.
İşte din böyle kurgulanır. İşte Tarih böyle şekillendirilir.
 SONUÇ. Şiacılar siyaseti yürütürken de din kuralları koyarken de imamların görüşlerine hiç itibar etmemişlerdir. İşlerine nasıl geldiyse mevcut ortamda durum nasıl kurtarıla biliniyorsa öyle davranmışlar. Dini yaşam içinde çok güçlü gösterdikleri “imamet”, onlar için sadece kukla olarak kullanılmıştır.
 Pekiyi bütün bu süreçler yürürken ehlibeyt boş mu durmuş?  Tabi ki boş durmamış, her birisi Allah yolunda tevhidi bir hayat sürmüş ellerinden geldiğince kendileri dışında kalan siyasetin pis ayak oyunlarına alet olmamışlar. Bu yolda şehit edilenlerin hayatı incelendiğinde de görülecektir ki onlara ihanet eden kendilerini şia olarak tarih efen sözlerinde durmayan, ihanet eden yapılar olduğu görülecektir.